DİNİ BİLGİLER







DUA-İ ŞAHMERAN

Bismillâhirrahmânirrahîm

Allahu lâ ilâhe illâ hüvel hayyul kayyum! Allahu lâ ilâhe illâ hüvelaliyyul hakim. Allahu lâ ilâheilla semiul alim. Allahu lâ ilâhe illâ hüver-rahmanürrahim. Allahulâ ilâhe illâ hüvel vahidul ehad . Allahu lâ ilâhe illâ hüvel ferdülvarid. Allahu lâ ilâhe illâ hüvel aziz’ur rahim.
Allahu lâ ilâhe illâ hüvez-zahirül batinu. Allahu lâ ilâhe illâ hüvel ahadus-samedû. Allahu lâ ilâhe illâ hüvel fettah’ul alim Allahu lâ ilâhe illâ hüvel aziz’ul alim. Allahu lâ ilâhe illâ hüvel hannan’ul mennan’ul deyyan. Allahu lâ ilâhe illâ hüvel adir’ul kahiru. Allahu lâ ilâhe illâ hüver-rafiül alim. . Allahu lâ ilâhe illâ hüver-rabbülarş’il azim. Allahu lâ ilâhe illâ hüvel melikul kuddüs. Allahu lâ ilâhe illâ hüvel hamdul mübin. Allahu lâ ilâhe illâ hüvel bais’ul varis. Allahu lâ ilâhe illâ hüvelesmaül hünsa.Hüvel hayy’u lâ ilâhe illâ hüve fadi’u muhlisine lehuddin . Subhane bi rahmetike ve erhamerrahimin. Velhamdülillâhi Rabbil alemîn.



                Allah katında makbul olan dualardan birisi de            Şahmeran   duasıdır. Her dilek için okunabilir ve                çabuk etkisini gösterir. Bir rivayete göre bu dua       anadoluda yılanların eve girmemesi için          tarlada ve      benzeri yerlerde yılanların saldırısına uğramamak               için okunurmuş.
  Şahmeran duasını her kim  kısmet için okursa kısmeti    açılır. Satılamayan malı için okursa kısa zamanda malı    satılır. Herhangi bir niyet için okunsa o niyeti    gerçekleşir. Bu duanın azameti çok büyüktür. Bu duayı  7 gün aralıksız devam edin, bu askarisidir. İş için 7 gün,    satılmayan mal için 11 defa, kısmet açmak için 21   defadır.


     
 Günde 15 defa okunursa Hak Teâlâ o kişiye hesapsız rızık verir.
Bismillâhirrahmânirrahîm

Şehidallâhü ennehu lâ ilâhe illâ hüve vel melâiketü ve ülül ilmi kaimen bil kıst, lâ ilâhe illâ hüvel azizül hakim.İnneddine in’dallâhil İslâm, ve mah’telefellezine utül kitabe illâ min ba’di mâ câehümül ilmu bağyen beynehüm, ve men yekfur bi  âyâtillâhi fe’innallâhe seriul hisab.




RIZIK DUASI

Her sabah 41 kere okunur.

Allahü latifün bi ibadihi yerzükü men yeşâü ve hüvel kaviyyül aziz.




BORÇTAN KURTARAN VE ÖDEMEYİ KOLAYLAŞTIRAN DUA

Allahümme innî eûzü bike minel hemmi ve hazeni ve eûzü bike minel aczi vel keseli ve eûzü bike minelcübni vel buhli ve eûzü bike min ğalabetiddeyni ve kahrirricâli.




Sabah akşam 100 kere okununca bütün günahların affedileceği tesbih:
(Sübhânallahi ve bi-hamdihi, sübhânallahil azîm)
Manası:
Kemâl sıfatlarla muttasıf ve noksan sıfatlardan beri olan Allah ı hamd ile tesbih ederim.








Namazda tesbihleri çektikten sonra duaya eller kaldırırken okunursa günahların affedileceği dua:
(Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh lehülmülkü ve lehülhamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr)
Manası:
Allah'tan başka ilah yoktur. İbadete layık yalnız Allah'tır, O birdir, ortağı yoktur, kâinat Onun mülküdür, hamd Ona mahsustur, O her şeye kadirdir.





Sıkıntılardan kurtulmak için okunan kelime-i temcid:
(Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhilaliyyilazîm)
Manası:
Allah'tan başka güç kuvvet sahibi yoktur. Her şeye kuvvet ve güç veren ancak zati ve sübuti sıfatların sahibi yüce Allah'tır.

Korku ve belalardan kurtulmak için sabah akşam üç kere okunan dua:
(Bismillâhillezi lâ yedurru measmihi şey ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves-semi ul alim)
Manası:
Allah'ın yüce ismine sığınana yerde ve gökte hiç bir şey zarar veremez, O, her şeyi işitir ve bilir.
Nazardan ve her türlü zarardan korunmak için okunan dua:
(Euzü bikelimâtillahittammâti min şerri mâ haleka)
Manası:
Bütün yaratıkların şerrinden Allah'ın kusursuz kelamlarına [âyetlerine yani Kur'ana] sığınırım. [Zira âyetlerinde gizli açık her ilim, her ihsan, her tedbir vardır.]




Nazar değene okunacak dua:
(Euzü bi-kelimatillahittammati min şerri külli şeytanin ve hammatin ve min şerri külli aynin lammetin) [Bu dua her sabah ve akşam üç defa okunup kendi üzerine veya hastanın üzerine üflenirse, göz değmesinden ve şeytanların ve hayvanların zararından korur.]
Manası:
Şeytanların, haşaratın ve kem gözlerin şerrinden Allah'ın kusursuz kelamlarına [âyetlerine yani Kur'ana] sığınırım. [Zira âyetlerinde gizli açık her ilim, her ihsan, her tedbir vardır.]
Günahları affettiren en kıymetli tesbih:
(Sübhânallahi velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber)
Manası:
Allah'ı hamd ve tesbih ederim. Allah'tan başka ilah yoktur ve O en büyüktür.
Sabah akşam okunması gereken istiğfar:
(Allahümme ente rabbi lailahe illa ente halakteni ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve vadike mestetatü euzü bike min şerri ma sanatü ebuü leke bi-nimetike aleyye ve ebuü bi zenbi fağfirli zünubi feinnehü la yağfirüzzünübe illa ente. La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minez zâlimin) [Bunu sabah okuyan, akşama kadar, akşam okuyan, sabaha kadar ölürse, şehid olur.]
Manası:
Allah'ım, sen benim rabbimsin, senden başka mabud yoktur, ancak sen varsın, beni yoktan yaratan sensin, ve ben senin kulunum, gücüm nispetinde sana verdiğim ahdimde ve sözümde duruyorum, işlemiş olduğum kötü şeylerin şerrinden sana sığınırım, bana olan nimetlerini ve günahlarımı da sana itiraf ederim, benim günahlarımı affet çünkü senden başka bağışlayıcı yoktur. Senden başka hiç bir ilâh yoktur, seni bütün noksanlıklardan, tenzîh ederim. Gerçekten ben, nefsime haksızlık edenlerdenim.






Dinde sebat edip son nefeste iman ile ölmek için:
(Allahümme, ya mukallibel kulüb, sebbit kalbi, alâ dinik)
Manası:
Ey büyük Allah'ım, kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dininde sâbit kıl, dininden döndürme, Müslümanlıktan ayırma!

Tecdid-i iman ve nikah duası:
(Allahümme innî ürîdü en üceddidel-îmâne ven-nikaha tecdîden bikavli la ilahe illallah Muhammedün Resulullah)
Manası:
Ya Rabbi, la ilahe illallah Muhammedün Resulullah diyerek imanımı ve nikahımı tazeliyorum.

Peygamberimizin çok okuduğu dua:
(Allahümme inni eselükes-sıhhate vel-afiyete vel-emanete ve hüsnel-hulkı verrıdae bilkaderi birahmetike ya Erhamerrahimin)
Manası:
Ya Rabbi, senden, sıhhat ve afiyet ve emanete hıyanet etmemek ve güzel ahlak ve kaderden razı olmak istiyorum. Ey merhamet sahiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!

Öfkelenince okunacak dua:
(Allahümmağfir li-zenbi ve ezhib gayza kalbi ve ecirni mineşşeytan)
Manası:
Ya Rabbi! Günahımı af eyle. Beni kalbimdeki öfkeden ve şeytanın vesvesesinden kurtar.

Sabah ve akşam okunan iman duası:
(Allahümme inni euzü bike min en üşrike bike şey-en ve ene alemü ve estağfirü-ke li-ma la-alemü inneke ente allamül-guyub)
Manası:
Allah'ım bilerek şirk koşmaktan sana sığınırım. Bilmeyerek koştumsa beni affet, sen her şeyi bilirsin.

Yemek duası:
(El-hamdü-lillahillezi eşbeana ve ervana min-gayrı-havlin minna ve la kuvveh. Allahümme at'imhüm kema at'amuna. Allahümmerzukna kalben takıyyen, mineşşirki beriyyen la kâfiren ve şakıyyen velhamdülillahi rabbilalemin)
Manası:
Bizim gücümüz kuvvetimiz olmadan, bizi nimetleri ile doyuran ve susuzluğumuzu gideren Allahü teâlâya hamd olsun. Ya Rabbi, bize bu yemeğin hazırlanmasında emeği geçen ve bize bu nimetleri ikram edenlere sen de ikram et. Ya rabbi, bizim kalbimizi şirk ve kötülüklerden koru. Bizlere, dinimizin emirlerine uyan bir kalb nasip eyle.



Şükür duası:
(Allahümme mâ esbaha bi min nimetin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerike leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükür)
Manası:
Ya Rabbi, bana ve diğer yarattıklarına verdiğin maddi ve manevi nimetlerin sabaha (akşama) kadar bizim yanımızda kalması yalnız Sendendir. Senin ortağın yoktur. Sana hamd ve şükrediyoruz.
[Akşam okurken (Mâ esbaha) yerine (Mâ emsa) demelidir.]





Salevat: [En kısası]
Allahümme salli alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed:
Manası:
Allah'ım Muhammed aleyhisselama ve Onun âline salat-ü selam olsun.






                        ZEKAT

    İslâmın beş şartından dördüncüsü zekât vermektir. Hicretin ikinci yılında oruçtan önce farz olmuştur. Mal ile yapılan ibadettir.
    Zekât, dini ölçülere göre zengin olan müslümanların seneden seneye malının ve parasının kırkta birini fakir olan müslümanlara vermesidir.

    Zekâtın Faydaları
    Zekât, kalbi cimrilik hastalığından, malı fakirin hakkından temizleyen, zenginlerde şefkat ve merhamet duygularını geliştiren bir ibadettir. Zekât sayesinde fakirlerin kalbindeki haset ve kıskançlık ortadan kalkar. Kendilerine yardım eden zenginlere karşı sevgi ve saygı meydana gelerek toplumda birlik ve kardeşlik kuvvetlenmiş olur.
    İslâm Dini, toplumun dertlerini tedâvi eden, ihtiyaçlarını karşılayan birçok esaslar getirmiştir. Allah'ın emri olan zekât, bir sosyal yardımlaşma sistemidir. Zekât malın büyümesini ve bereketlenmesini sağlar. Zekâtı verilen serveti, yok olmaktan, kötü insanların zararından Allah korur. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Mallarınızı zekât ile koruyunuz." (et-Terğib ve't-Terhib, c.I, s.520)
    Zekat Kimlere Farzdır?
    Zekat, Müslüman, erginlik çağına gelmiş, akıllı, hür ve dinen zengin sayılan kimselere farzdır.
    Dinen zengin sayılanlar, borcundan ve aslî ihtiyaçlarından başka "NİSAP MİKTARI" malı olan kimselerdir.
ASLÎ İHTİYAÇ: Oturulan ev, giyim eşyası, binek arabası, ticaret için olmayan kitaplar, sanatın icrası için gerekli aletler ve ailenin bir yıllık nafakasıdır.
NİSAP: Dinimizin koyduğu bir zenginlik ölçüsüdür. Bu ölçüye göre: Aslî ihtiyacından başka 81 gram altını, 561 gram gümüşü veya bu miktarlar karşılığı parası veya ticaret malı bulunan, kırk koyun veya keçiye, otuz sığıra veya beş deveye sahip olan müslümanlar "NİSAP MİKTARI" mala sahip olmuş sayılırlar.
    Asli ihtiyaçtan başka bu miktarlarda mala sahip olduktan sona tam bir yıl geçince zekat farz olur.
   Zekât Kimlere Verilir?
   Zekât verilecek kimseler şunlardır:
1) Fakirler: Dini ölçülere göre zengin sayılmayan, nisab miktarı malı olmayan kimselerdir.
2) Yoksullar: Hiçbir şeyi olmayanlar.
3) Borçlular: Borcundan fazla nisab miktarı mala sahip olmayanlar.
4) Yolcu: Memleketinde malı olduğu halde yolda parasız kalan, elinde bir şey bulunmayan kimselerdir. (Bunlara memleketlerine varacak kadar zekât verilebilir.)
5) Allah Yolundakiler: Bunlar cihad veya hac için yola çıkıp parasız kalanlar ile işini gücünü bırakıp kendisini ilme vermiş olan kimselerdir.
    Zekatın öncelikle fakir olan yakın akrabaya, komşulara, hemşehrilere verilmesi daha sevaplıdır.
    Zekât Kimlere Verilmez?
1) Ana, baba, büyük ana ve büyük babalara,
2) Oğluna, oğlunun çocuklarına,kızına, kızının çocuklarına ve bunlardan doğan çocuklara,
3) Zenginlere,
4) Müslüman olmayanlara,
5) Karı-koca birbirlerine.

    Zekatın Ödenmesi
   Paranın her 40 liradan bir lirası zekat olarak fakire verilecektir. Canlı hayvanların zekatı nev'ine göre değişir. Koyunda: kırkta bir; devede: beş devede bir koyun, sığırda: otuzda bir danadır.







PEYGAMBERLERİN HAYATI
           



Habil ile Kabil


Hz. Adem ile Hz. Hawa yeryüzünde ayrı ayrı yerlere indirilmişlerdi. Uzun zaman birbirlerinden ayrı yaşadılar. Allahü teäläya hep yalvarıp, çokça tövbe ettiler. Yüce Allah (c.c.) tövbelerini kabul edip onlar: Mekke civarında; "ARAFAT" denilen yerde buluşturdu.
Hz. Adem ile Hz. Hawa'nın buluşmalarından sonra, insan nesli süratle çoğalmaya başladı. Hawa annemiz her doğumda: biri erkek, biri de kız olmak üzere, ikiz doğuruyordu.


İlk doğumdan olan erkek çocuğa Kabil adını vermişlerdi. Daha sonraki doğumdan olan erkek  çocuğun ismi ise Habil idi. Sinirli ve kıskanç bir yapıda olan Kabil, tarla işlerine bahçeye ve ağaçların   bakımına yardım ediyordu. Kardeşinin aksine yumuşak huylu ve sakin bir çocuk olan Habil ise, hayvanların bakımı işiyle uğraşıyordu. Kız kardeşler ise evde annelerine yardım ediyorlardı.


Nihayet gençlerin evlenecekleri zaman gelip çatmıştı. Kabil ile doğan kız Habil'e, Habil ile doğan kız Kabil'e verilecekti. Çünkü, Yüce Allah böyle buyurmuştu.
(İnsan neslinin çoğalması için, önceleri kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Yine de birlikte doğan, kız ve erkek çocuklar birbiriyle evlenemiyor, bir önceki ya da bir sonraki çocuklar birbirleriyle evlenebiliyorlardı. Zamanla insanlann çoğalması belli bir seviyeye gelince (Hz. Nuh döneminde) bu duruma; yani kardeşlerin birbiriyle evlenmesine bir son verilip bu durum yasaklandı.


Habil'in alacağı kız, yani; Aklima, Kabil'in alacağı kızdan daha güzeldi. Öteden beri Habil'i kıskanan Kabil bu durumu kabul etmiyordu. Hz. Adem ile Hz. Hawa'nın tüm çabaları sonuç vermemişti. Çünkü Kabil bu düşüncesinde oldukça ısrarlıydı. Bu nedenle ailede huzur kalmamıştı.
Günlerce düşünüp taşındıktan sonra bir çözüm yolu buldular. İki kardeş de yüce Allah'a birer kurban takdim edeceklerdi.


Allahü teälä kimin kurbanını kabul ederse, Aklima'yı o alacaktı. Habil kurban için koyunlarından en güzelini seçmişti. Yüce Allah'a ancak böyle iyi bir kurbanı takdim edebilirdi. Kabil ise uzun süre düşünüp taşındıktan sonra, kurban olarak bir tutam buğday taktim etmeyi uygun görmüştü.
O zamanlarda, Yüce Allah kabul ettigi kurbana bir ateş gönderip onu yakardı. Kabul olunmayan kurban ise olduğu gibi kalırdı. 


Kurban sahibinin ise yüzü kararırdı. Bu adet; Benî İsrail zamanına kadar devam etmiş, daha sonra Allahü teälä tarafından kaldırılmıtı.
Her iki kardeş, kurbanlarını götürüp yüksek bir tepede yan yana koymuşlardı. Ertesi gün gidip baktıklarında, Habil'in kurbanının yanmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine kıskançlık duyguları daha da kabaran, Kabil iyice köpürmüş, babası ile annesini suçlamaya başlamıştı. 
Kurban sahibinin ise yüzü kararırdı. Bu adet; Benî İsrail zamanına kadar devam etmiş, daha sonra Allahü teälä tarafından kaldırılmıştı. Her iki kardeş, kurbanlarını götürüp yüksek bir tepede yan yana koymuşlardı. Ertesi gün gidip baktıklarında, Habil'in kurbanının yanmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine kıskançlık duyguları daha da kabaran, Kabil iyice : köpürmüş, babası ile annesini suçlamaya başlamıştı.
O gece hiç uyumamıştı. Gece boyunca hep Habil'i nasıl öldüreceğini tasarlayıp durmuştu. Habil koyunları otlatmak için uzaklara gittiğinde, gizlice peşinden gidip, onu münasip bir yerde kıstıracaktı.
Ertesi gün geldiğinde, Habil yine her zamanki gibi, koyunları otlatmak için dağlara çıkmıştı. Şeytan ise Kabil ile beraberdi. Kabil'e kardeşini öldürmesi için habire uyarılar yapıyordu. Kabil bu sese uyarak, gizlice kardeşini takip etmeye başlamıştı.


Habil her zamanki yerde hayvanları serbest bırakıp bir ağacın gölgeliğinde istirahate çekilmişti. Arkasındaki hışırtı ile, irkilen Habil, geriye döndüğünde ağabeyi Kabil ile göz göze gelmişti. Kabil burnundan soluyor, gözlerinden kin ve nefret pırıltıları saçıyordu. Habil, Yüce Allah'ın yardımıyla onun niyetini anlamıştı.
- Ey Kabil niyetini anlıyorum. Yapmak istediğin Yüce Allah'ın buyruğuna karşı gelmektir. Yemin ederim ki öldürmek için elini bana uzatsan dahi, ben seni öldürmek icin elimi uzatacak değilim.


Çünkü ben, kainatın Rabbı olan; Allah'tan korkarım.
Habil, Kabil'den daha güçlü ve kuwetli olduğu halde, ağabeyine karşı gelmek istemiyordu. Çünkü o Allah'tan korkuyordu. Onun bu hali Kabil'i dahada öfkelendiriyor kıskançlık damarlarını daha da kabartıyordu. Habil'in umursamaz bir tavırla oradan uzaklaşmak istemesi sonucunda hiddete kapılan Kabil, yerden bir taş alıp, kardeşinin kafasına hızla vurdu. Canı yanan Habil yere düştükten sonra, yine Kabil'e el kaldırmamıştı.
Çünkü ben, kainatın Rabbı olan; Allah'tan korkarım.
Habil, Kabil'den daha güçlü ve kuwetli oldugu halde, ağabeyine karşı gelmek istemiyordu. Çünkü o Allah'tan korkuyordu. Onun bu hali Kabil'i dahada öfkelendiriyo kıskançlık damarlarını daha da kabartıyordu. Habil'in    umursamaz bir tavırla oradan uzaklaşmak istemesi     sonucunda hiddete kapılan Kabil, yerden bir taş alıp, kardeşinin kafasına hızla vurdu. Canı yanan Habil yere düştükten sonra, yine Kabil'e el kaldırmamıştı.
Bunu fırsat bilen, Kabil, elindeki taş ile kardeşi Habil'in kafasına vurmaya devam etti. Şeytan galip
gelmişti. Kabil'in aklını başından alıp çılgına döndürmüştü bir defa. Böylece toprağa düşen ilk kan,
yeryüzündeki ilk cinayetin habercisi olmuştu. Habil'in Kabil'e acıyan gözlerle bakması bile Kabil'i
durdurmaya yetmemişti. Aldığı darbeler sonucu, Habil ruhunu teslim etmişti...
Uzun süre kardeşinin cesedi başından ayrılmayan Kabil, sanki donup kalmıştı. Bir türlü hareket edemiyor, ne yapacagını bilemiyordu. Deminden beri kendisine yol gösteren, şeytandan, ses seda gelmiyordu artık. Ne yapacagını ne edeceğini, bilemeden uzun süre öylece kalakaldı. Gün gittikçe çekiliyor, gölgeler ise uzuyordu. Panik içindeki Kabil donuk gözlerle etrafı süzüyorken, birden bir karganın gagası ile toprağı eşelediğini farketti.
Karga bir müddet, toprağı kazdıktan sonra, yanıbaşındaki karga ölüsünü iterek, açtığı çukura atmış, sonrada toprakla üstünü örtmeye başlamıştı. 
Yerinden doğrulurken, "Yazıklar olsun, bir karga kadar bile olamadım" diye fısıldayıverdi. Hemen, sert bir ağaç    parçası bularak, yumuşak toprağı kazmaya başladı. Bu sırada Hz. Adem ile Hz. Hawa, çocuklarının gelmediğini görünce onları aramaya koyulup Habil'in,  hayvanları otlattığı yere doğru geliyorlardı. 


Çocuklanna seslenerek olay yerine doğru ilerleyen, Hz. Adem, birden Kabil'in panik içinde kaçtıgını görünce, hızla oraya gitti. Yerde kan lekeleri ve örtülmüş toprağı görünce, Habil'in başına gelenleri anladı. Gözlerinden sicim gibi yaşlar akmaya başladı. Kabil'in ardından "Kardeşine ne yaptın" diye bağırıp duruyordu.
Korkudan ne yaptığını bilemeyen Kabil kaçmaya devam ediyordu. Yeryüzünde şeytana uyan, ilk insan olan Kabil, babasının bedduasını duymuyordu bile.


- Ey Kabil hiç bir zaman rahat yüzü görme. Sen artık istenmeyen lanetli bir insansın.
Üzüntü içinde evine dönen, Hz. Adem olup bitenleri güçlükle anlatmıştı ailesine. Herkes üzüntüsünden kahrolmuştu. Artık kendine yer olmadığını bilen Kabil kız kardeşini de alarak evi terketmişti. Kendisinden bir daha da haber alınamadı.



Hz. Nuh
 
Hz. İdris göğe çekilmeden önce halkı aydınlatmaları için ümmetinden bazı din alimlerini görevlendirmişti. Bu alimler, Arap yarımadasının farklı yörelerindeki insanlara doğru yolu göstermek için, ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı. Güzel ahlakları ve tatlı sohbetleri sebebiyle, halk tarafından, sevilen ve sayılan bu alimler, vefat ettikten sonra, insanlar onları hayırla anmak ve hatıralarını yaşatmak için heykellerini yapmaya karar verdiler. Bunun üzerine Vedd. Suva, Yegüs, Yeük, Nesr adlı bu çok kıymetli kişilerin heykelleri yapıldı.

Daha önce iman edenler, farz ibadetlerini yapıyor. bunun yanı sıra bu heykellerin etrafında, toplanıyor, onların nasihatlerini hatırlıyor ve gösterdikleri doğru yoldan ayrılmamaya çahşıyorlardı. Önceleri iyi niyetle yapılan bu hareketler, ileriki zamanlarda, yanlış sonuçlar vermeye başladı. Çünkü bu heykellerin dikiliş gayesini hatırlamayan, bilmeyen insanlar, zamanla bunlara tapmaya başladı. Yeryüzünde Yüce Allah'ı terkedip puta tapınma  adetide böylece başlamış oluyordu. Artık insanlar Allah'a ibadetten uzaklaşıp, kendi elleriyle yaptıkları, tahtadan, tunçtan, çamurdan heykellere tapıyorlardı.

Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Nuh'u kırk yaşındayken peygamberlikle görevlendirdi. Hz. Nuh Mezopotamya'da bugünkü Küfe şehrinin bulunduğu yerde yaşıyordu. Hz. İdris'in torunuydu. Peygamberlik görevini alınca önce halkı tek tek gizliden gizliye davete başladı. Belli bir müddet sonra ise davetini açıktan açığa yapmaya başladı.
- Ey kavmim Allah'a ibadet edin. Ondan başka ilahınız yoktur. İyi yürekli, temiz ve güzel ahlaklı olanlar, bu davete evet demişlerdi. Bunların çoğunluğunu yoksul kimseler oluşturuyordu.

Zengin kibirli zalim kötü huylu kimseler ise putperestlikte ısrar ediyor, üstelik, Nuh Aleyhisseläm'a
ağır hakaretlerde bulunuyorlardı. Onlar Hz. Nuh'u dinlememek için, kulaklarını tıkıyor, yüzünü
görmemek içinde elbiseleriyle başlarını örtüyorlardı. Putperestler, Hz. Nuh'a inananların azda olsa artmaya başladığını görünce bu gidişe engel olmak için, müminlerle alay etmeye onları küçük düşürücü, kötü davranışlarda bulunmaya başladılar. Halbuki Hz. Nuh ve müminler onların kötü davranışlarını sabırla karşılıyorlardı.
- Ben size, gönderilmis güvenilir bir peygamberim.

Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Yoksa sizi mahvedecek günün azabından korkuyorum.
Putperestler ise ona şöyle karşıhk veriyorlardı:
- Ey Nuh sen peygamber olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki sende bizim gibi bir insansın. Bir insan nasıl peygamber olur. Üstelik senin yanında olanlar, aşağı tabakadan, fakir ve yoksul insanlar. Eğer davanda haklı olsa idin, bizim gibi akıllı ve zengin insanlarda, sana tabi olurdu. Senin bizden ne gibi üstün bir tarafın varki sana uyalım.
- Benden önce gelen peygamberler, birer insan oldugu gibi, bende bir insanım.

Çünkü insanlara ancak benim gibi bir insan klavuzluk yapabilir. Bana inanan kimselerin, fakir olmaları davamın doğrulugunu gölgeleyemez. Yüce Allah insanların soyuna sopuna, zenginliğine fakirliğine bakmaz. Allah insanların dindarlığına kalbindeki Allah korkusuna bakar.
Putperestler; Hz. Nuh'un servet sahibi olmak niyetiyle, böyle davrandığını iddia ettikleri zaman, onlara: "Ben Allah'ın bana verdigi görev karşılığında hiç bir maddi menfaat beklemiyorum. Benim tüm çabam, sizin Dünya ve Ahiret mutluluğunuz içindir" diye cevap veriyordu.

Hz. Nuh'a inanmayan putperestler, başvurdukları • bütün metodların, sonuçsuz kaldığını görünce, sinsi taktiklere başvurmayı denediler.
- Ey Nuh sen yanındaki fakirleri yanından kov ve uzaklaştırki bizler sana itaat edelim. Cünkü biz onlarla bir araya gelemeyiz.
Ancak Hz. Nuh onların bu teklifini geri çevirdi.
- Ben onları asla kovamam. Yüce Allah'a inanan herkes birbirinin kardeşidir. Şunu iyi biliniz ki, sizlerin hepinizi şu halinizle, onların bir tekine bile tercih etmem. Yoksa Yüce Allah'ın azabından beni kim kurtarır.
Bu sözler üzerine putperestler iyice kızdılar. Hatta Hz. Nuh'u tehdit ettiler.
- Eğer davandan vazgeçmezsen, seni asla yaşatmayız.
Sinsi planlarının başarısızlıkla sonuçlandığını gören putperestler, müminlere işkence ve zulüme başladılar. Bunun üzerine Yüce Allah ceza olarak onlara 40 sene yağmur yağdırmadı. Bu yüzden bütün malları bağları bahçeleri, hayvanları telef oldu. Can derdine düşüp
müminlerle uğraşmaz oldular.
Hz. Nuh putperestlerin, bütün bu olanlardan bir ders alıp belki bundan sonra yola gelebileceklerini düşündü. Ve bu nedenle onları yeniden Allah yoluna davet etti.
- Ey kavmim, başınıza gelen bütün bu belalar, işlediğiniz günahlar ve kusurlar yüzündendir. Allah'a
ibadeti terkedip, putlara tapmakla, Yüce Allah'ı gazaplandırdınız.

Eğer daha büyük belalara uğramak istemiyorsanız, hepimizi yaratan Yüce Allah'a imän ediniz.
Bütün bu olanlardan ders alıp imäna gelecekleri yerde, iyice kuduran putperestler, çok ağır konuşmaya başladılar.
- Yeter artık sabrımızı taşırıyorsun. Bizi tehdit edip duruyorsun. Eger söylediklerin doğru ise, getir şu belaları yagdırda görelim.
- Ey kavmim azabı ben degil, bütün alemlerin yaratıcısı olan Yüce Allah verir. Başınıza bir felaket geldiğinde, kurtulmak için neyinize güveniyorsunuz?  Kaçıp kurtulacak yeriniz varmı?

Kaçacağınız her yer Allah'ın mülküdür. Eğer Allah azabın gelmesine hükmetmişse, bilinki ondan kurtuluşunuz olmaz. Hiç bir kuwet o azabı geri çeviremez.
Hz. Nuh tam 950 yıl kavmi için çırpınıp onların Allah'a imän etmesi için çabalayıp durmuştu. Artık yapabilecek fazla bir şey yoktu. Azabı kendileri istemişti.
- Ya Rabbi yıllardır onları doğru yola davet ettim. Ama beni hiç dinlemediler. beni dinlememek için „ kulaklarını tıkadılar. Fakirleri küçük görüp büyüklük taslayan bu zalim topluluğa yenik düştüm. Aramızdaki hükmü sen ver. Eğer onları sağ bırakırsan puta tapmaya devam edecekleri gibi sana inananlarıda yoldan çıkaracaklar.

müminleri sen koru ve onlara merhamet et.
Hz. Nuh'un duası üzerine Yüce Allah ona, şöyle buyurdu.
- Ey Nuh, sana vahyedecegimiz, şekilde bir gemi yap. Sonra yer ile gök birbirine karışıp, zalimler heläk olurken, sakın onlara acıyıp benden bir istekte bulunma. Çünkü onlar bu azabı hakettiler.
Hz. Nuh, Yüce Allah'ın yardımı ile büyük bir geminin yapımına başladı. Geminin nasıl yapılacağı Cebrail     Aleyhisseläm tarafından tarif ediliyordu. Hz. Nuh ve   müminlerde o tarife göre hareket ediyorlardı. Onları gören putperestlerde alay etmekten geri kalmıyorlardı.

- Ey Nuh. Ne o yoksa peygamberliği bırakıpta marangozluğumu seçtin?
Günler aylar böyle geçtikten sonra gemi bitmek üzereydi. Yüce Allah, Hz. Nuh'a: Geminin bitiminden sonra, büyük bir tufanın başlayacağını haber vermişti. Ayrıca imän edenlerle, ailelerini ve birde her hayvandan bir çiftin gemiye alınmasını emretmişti. Bütün hazırlıklar bitince müminler, "Bismillah" diyerek gemiye bindiler. Hayvanlarda gemiye yüklenmişti. Kısa sürmediki tufanın belirtileri görülmeye başladı. Hz. Nuh'un karısı ile bir oğlu kafirlerle birlik olup gemiye binmemişti. Nuh Aleyhisseläm babalık ve peygamberlik şefkati ile belki son anda imäna gelirler düşüncesiyle, oğluna seslendi.

- Ey oğulcağızım. Gel bizimle beraber ol. Kafirlerle birlik olma. Bu sırada gökyüzünü kaplayan kara kara bulutlardan bardaklardan boşalırcasına dökülen yağmurlar ile yerlerden kabarıp fışkıran sular birleşerek, önce derecikler, sonrada kocaman nehirler meydana getiriyordu. Nehirlerinde birleşmesiyle oluşan gölcükler ve göllerde gittikçe yükseliyor korkunç bir hızla her tarafı kaplıyordu.
Hz. Nuh'un oğlu babasının teklifini reddedip küfüründe ısrar ediyor, bu olayların her zaman olduğu gibi meydana gelen normal mevsim yağışlarından biri gibi görüyordu.

fırtınalar, koca koca dalgalar oluşturuyor, bu dev dalgalarda kafirleri bir bir yutuyordu. Bütün bunlara rağmen onlar hälä imän etmiyor, dağlara yüksek yerlere çıkarak bu tufandan, kurtulabileceklerini sanıyorlardı. Bu sırada Hz. Nuh'un oğluda, dalgalardan kurtulmak için, hızla dağa doğru tırmanıyordu. Kafirlerin çoğu boğulup gitmişti.
Hz. Nuh'un oğluna yalvarışları yakarışları fayda etmemişti. Oglu ile son bir defa göz göze geldifäen sonra, dev bir dalga oğlunu alıp yutmuştu. O da diğer imänsızlar gibi boğulup gitmişti.
Tevekkül içinde, ilähi adaleti izleyen müminler Nuh'un gemisinde, Hz. Nuh ile birlikte, günlerini hamd ve şükürler içinde geçiriyorlardı.

Gemi ise dağlar büyüklügündeki dalgalar arasında bir fındık kabuğu gibi dalgalanıp duruyordu. Nihayet müminlerin sabrı sona ermişti. Yüce Allah'ın dilemesiyle yağmurlar durup yerden fışkıran sular çekilmeye başlamıştı. En yüksek dağları dahi kaplayan, azgın dalgalar, tek bir putperest bırakmadıktan sonra, gerisin geriye çekilmiş, dev dalgalar durulmuş, sular ise gittikçe alçalmaya başlamıştı.
Nuh'un gemisi, musul yakınlarında Cudi adındaki küçük bir dağın tepesine oturmuştu. Karalar iyice kuruyup, yaşamaya elverişli hale gelince, Hz. Nuh ile müminler, Yüce Allah'ın izniyle, 10 Muharrem günü gemiden indiler. Şükran borcu olarak oruç tuttular.

Gemideki yiyecek ve içeceklerden artan malzemeleri birbirine katarak, "ASURE" adını verdikleri yeni bir yemek yaptılar.
Tufandan sonra, 60 yıl daha yaşayan Hz. Nuh 1050 sene yaşadıktan sonra,. vefat etmiştir. Her işinin başında "Bismillah' sonunda ise "Elhamdülillah diyen, Hz. Nuh her zaman yüce Allah'a çok
sükrederdi. Bu yüzden Kuran-ı Kerim'de "Şekur" (Çok
şükür eden) sıfatıyla anılmıştır.
Yüce Allah daha sonra Hz. Nuh'un zürriyetini bereketlendirdi. Yeryüzüne yayılıp çoğaldılar. Bu
yüzden Hz. Nuh'a ikinci ADEM denmistir.


Hz. Hud
Tufandan sonra, gemiden karaya ayak basan müminler, zamanla çoğaldılar ve çeşitli bölgelere yayıldılar. Artık yeryüzünde Hz. Adem'den sonra, ikinci bir hayat başlamıştı. Hz. Nuh'un torunlanndan olan "AD" Yemen'de; Hadramut civarındaki Ahkaf'a yerleşmişti. Ad sülälesi zamanla çoğalıp, büyük kalabalıklar oluşturmuş ve "AD KAVMİ" diye anılır olmuştu. Bulundukları yer oldukça bereketli idi. Suyu yağmuru bol, toprağı ise verimli idi. Bu yüzden yemyeşil bağlar bahçeler yapmışlar, türlü türlü sebzeler meyveler yetiştirmişlerdi.


Boylu poslu, güçlü kuwetli, oldukça yakışıklı olan Ad
kavmi; "Ahkaf'ı adeta cennete çevirmişti. Bağlık
bahçelik, şehirlerini; mermer sütunlar üzerine kurulu,
muhteşem binalar, saraylarla bezemişler, şehrin her
tarafını parklar, havuzlar, bahçeler ve heybetli
caddelerle süslemişlerdi. Bu güzel belde, yani Ahkaf 
“İREM"  adı ile şöhret olmuştu.
Manevi ve ahlaki değerlerden uzaklaşan Ad kavmi, servetini ve gücünü kötü işlerde kullanmaya başlamıştı.


Komşu şehirleri baskı ve zulüm altına alan, Ad kavmi, gelip geçen yolcularla da alay ediyor, yollara yanlış işaretler koyup, yolcuları yanıltıyor, ellerinde ne varsa alıyor, soyup soğana çeviriyorlardı. Sahip oldukları servet ve kuwet, onları kibre sürüklemişti. Bütün bu nimetlerden dolayı Yüce Allah'a şükredeceklerine, kendi yaptıkları putlara tapıyorlardı.
Azgınlıkları daha da artınca, Yüce Allah Ad kavmine; oldukça yumuşak huylu, kalbi merhamet ve şefkat duygularıyla dolu olan Hud'u Peygamber seçmişti.


Dürüstlüğü, cesareti zekäsı ile kavmi arasında sevilen ve sayılan bir kişi olan Hud Aleyhisseläm Peygamberlik görevini alınca aynı soydan geldiği bu azgın insanlara tebliğe başladı.
- Ey kavmim yalnız Allah'a ibadet edin. Başkasına kullukta bulunmayın. Çünkü ondan başka iläh yoktur. Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz.
Ad kavmi yoldan çıkmıştı bir kere. Kolay kolayda
imana geleceğe benzemiyordu.


Bu yüzden Hud Aleyhisselämın nasihatlerine şiddetle
tepki gösterdiler. Onu akılsız olmakla ve yalancılıkla
suçladılar.
Ancak Hud Aleyhisseläm sabırlıydı. Onları gayet
yumuşak bir dille cevapladı.
- Ey kavmim, ben alemlerin tek yaratıcısı olan, Yüce
Allah'ın peygamberiyim. Bende çılgınlık ve akıl
eksikliği yoktur. Allah doğru yolu göstermek için
aranızdan beni peygamber seçti.
Ad kavmi insafa gelmiyor, üstelik küstahça çevaplar vererek, Hud peygamberi üzüyordu.




- Ey Hud, belliki tannlanmız seni çarpmış. Bu yüzden ne yaptığını ne söylediğini bilmiyorsun.
- Ey kavmim Yüce Allah sizlere; develer, koyunlar, sığırlar, bağlar, bahçeler türlü türlü nimetler verdi. Bütün bu nimetler için ona şükür ve hamd etmelisiniz.
Allah'a kulluk etmeyip, nimetlere şükretmezseniz   korkarım ki hepinizi büyük felaketler bekliyor.
Hz. Hud kendisine verilen, peygamberlik vazifesini
yerine getirmeye çalışıyor, kavmini gelecek olan
azaptan kurtarmak istiyordu.


Ancak onlar böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyor, azabın kendilerine ulaşamıyacağını sanıyorlardı.
- Ey Hud. Bizi hep gelecek olan, azap ile korkutup
duruyorsun. Atalarımız ne yaptıysa biz de aynısını 
yapıyoruz.
Eğer bu davranışlarımız bir azabı gerektiriyor ise niye 
atalarımıza böyle bir azap gönderilmedi? Biz ne sana,
nede senin rabbine inanmıyoruz. Madem doğru                           
söylüyorsun, bizi korkuttugun azap gelsinde görelim. 
Ad kavmi açıkça azabı istiyordu.


Çok geçmedi ki azabın ilk belirtileri görülmeye başladı. Gürül gürül akan pınarlar, dereler kurumaya başladı. Yeşillikler sararıp yok oldu. Ünlü İrem bağları kuruyup viraneye döndü. Hayvanlar telef oldu. Gün geldiki insanlar bir dilim ekmeğe, bir yudum suya muhtaç oldular.
Kibirli iri yapılı Ad kavminde dermaftsızlık başladı. Nesilleri yavaş yavaş kuruyordu. Devamlı esen kum ve rüzgarın oluşturduğu tozdan ve dumandan dolayı zorlukla nefes alabiliyorlardı. Bütün bu olaylar oluyorken, Hz. Hud'da halkı uyandırmaktan geri kalmıyordu.


- Ey kavmim, Yüce Allah'tan af dileyin. Ona tevbe edin ki size gökten bol bol yağmur göndersin gücünüze güç katsın.
Tüm bu belaların hiç biri Ad kavmine gerekli dersi vermeye yetmemişti. Ders almadıkları gibi tam tersine Hz. Hud'a saldırmaya onu suçlamaya başladılar.
- Ey Hud defol git başımızdan. Belki de bu belaların hepsi tanrılarımızı kızdırdığın için senin yüzünden başımıza geldi. Ad kavmi, başlarına gelen belalardan, sorumlu tuttukları Hz. Hud'u halk önünde küçük düşürüp, yok etmeyi, öldürmeyi düşündüler.


Bu nedenle ondan olmadık isteklerde bulunmaya
başladılar. Hz. Hud'da onlara çeşitli mucizeler
gösterdi. Bu mucizeleri görüpte şahip olduktan sonra,
bütün planları suya düşen putperestler, rencide olan
gururlarını kurtarmak için Hz. Hud'un putlar
tarafından cezalandırılarak delirdiği fikrini öne
sürdüler. Hz. Hud her ne yaptıysa, ne ettiyse, onları
bu inatlarından geri döndüremedi.
Asıl korkunç azabın, yakında gelip çatacağı bütün putperestlerin, yok olacağı, müminlerin ise kurtulacagı Hz. Hud'a Allah tarafından, vahiy yoluyla bildirildi.


Bir sabah vakti Hz. Hud, müminleri etrafına topladı. Çok geçmedi ki ufukta siyah bir toz bulutu belirdi.
Ufukta gittikçe büyüyerek yaklaşan siyah bulutu göreı Ad kavmi sevinç çığlıkları atmaya başlamıştı.
- İşte yağmur bulutu.
- Nihayet kuraklık sona erecek.
- Bağ ve bahçelerimiz suya kavuşacak.
Putperestlerden bir kaç kişi, Hud peygamberi bulup onunla alaya başladılar.




- Ey Hud gördünmü? Bak işte yağmur bulutları da geliyor. Yakında kuraklık bitecek. Bakalım şimdi ne diyeceksin? Hz. Hud'un cevabı onları yine de etkileyememişti.
- Hayır! O görünen can yakan, azap veren bir rüzgarın habercisidir. Yüce Allah'ın izniyle önüne ne çıkarsa yok eder.
Bunun üzerine olacaklardan haberdar olan Hz. Hud müminlerle beraber oradan uzaklaşmıştı.


Yağmur bulutu sandıkları bulutun, gittikçe yaklaştığını gören Ad kavmi, şükür için putların önünde dans ediyor, onlara dualar ediyorlardı. Ancak sevinçleri kursaklannda kalmıştı. Ansızın esen şiddetli bir kasırga her tarafı çepeçevre sarıverdi. Kur'än'da "Sarsar" ismiyle belirtilen bu rüzgar, çıkardığı korkunç sesle; kulakları zonklatıyor, agaçları kökünden söküyor, koca sütunlan bir bir deviriyordu. İnsanlar adeta bir saman çöpü gibi havada savrulup duruyorlardı.


Savrulmamak için sarıldıkları ağaçlar, sütunlar onları koruyamıyor, sıgınmak için girdikleri mermer sütunlu saraylar bir bir başlarına yıkılıyordu.
Bizden daha kuwetli kim olabilir diye böbürlenen Ad kavmi, bu korkunç rüzgarın tesiriyle bir kül yumağı gibi savruluyor, çaresizlik içinde çırpınıyorlardı.
Fırtına tam 7 gün 8 gece boyunca sürüp durdu. Ad kavmindeki putperestlerden, kimse kurtulamamıştı. Hayvanları dahil tek canlı sağ kalmamıştı.


Hz. Hud imän eden 4 bin mümin ile birlikte İrem şehrinden ayrılıp, Mekke civarına giderek oraya yerleşti. Vefatına kadar yaklaşık on yıl gibi orada yaşadı.
Kendilerinden zayıf olanlara zulüm edip güçleri ve kuwetleri ile gururlanıp diger insanları küçük görmeleri zenginliklerini ahlaksızlık ve eğlence yolunda harcamaları ve en önemlisi Yüce Allah'ı bırakıp puta tapmalan Ad kavminin sonunu getirmişti.

Hz. Sâlih


Hz. Nuh'un oğullarından olan Sam'ın neslinden gelen, "SEMUD KAVMİ" Şam ile Hicaz arasındaki "HİCR" denilen bölgeye yerleşmişlerdi. Burada çoğalıp büyüyen bu kabile, zamanla büyük bir kavim oldu. Yüce Allah onlara bol nimetler verdi. Önceleri bu nimetlere şükreden Semud kavmi, zamanla şükrü terkettiler.
Dokuz kabilenin birleşmesinden oluşan Semud kavmi, yazları sıcak günlerde yüksek yaylalara dağlara çıkarlar, taşlara oydukları büyük, saraylarda yaşarlardı. Kış mevsimi gelipte soğuklar bastırdığında aşağı vadiye iner orada yaptıkları köşklerde yaşarlardı.


Zamanla hak dininden uzaklaşan Semud kavmi ağaçtan, taştan yapma putlara taparlardı.
Semud kavminin ileri gelenlerinden, Ubeyd adlı bir zatın oğlu olan Salih, güzel ahläkı, hoşgörüsü, fakirleri ve zayıflan kollayıp korumasıyla herkesin gönlünü almıştı. Hz. Salih 40 yaşına geldiğinde Yüce Allah tarafından kendisine peygamberlik görevi verildi. Semud kavmi ondaki fazilet ve olgunluğu gördükleri için ileride Hz. Salih'ten istlfade etmeyi düşünüyorlardı. Bu nedenle onun putlara tapmayışını bile anlayışla karşılıyorlardı.
Hz. salih peygamberlik görevini alınca halkı Hak'ka davete başladı.


- Ey milletim, yalnızca Allah'a ibadet edin. Ondan başka ilah yoktur.
Hz. Salih'in bu davetine milletinden pek az insan iman ederken, çoğunlugu ona inanmadılar.
- Ey Salih, sen bizim için ileride bir ümit kaynağı bir
ışıktın. Senden çok şeyler beklediğimizi biliyorsun. Ancak sen beklentilerimizin aksine, atalarımızın, dinini terkedip, bizleride aynı şekilde, hareket etmeye davet ediyorsun. Çıkardıgın bu huzursuzluk, senin gibi dost ve güvenilir birine doğrusu hiç yakışmıyor. Gel bu davandan vazgeç ki huzur içinde yaşayalım.


Hz. Salih davasından vazgeçmiyordu. Vazgeçemezdi de. Onu caydırmak için kaba kuwet hariç her yolu denemişlerdi. Tabi bu en son çareydi. Çünkü Hz. Salih köklü ve güçlü bir aileye mensuptu. Hısım, akrabaları ona iman etmeseler bile, Hz. Salih'e gelecek bir zarardan dolayı, kendilerine düşman olabilirlerdi.
- Hz. Salih'in maksadı bizi kandırıp elimizdeki malları almak.
- Hayır, hayır, onun malı bizden çok. Olsa olsa bize reis olmak arzusundadır.


- Bana kalırsa onun akıldan yana noksanlığı var. Hz. Salih halkı Hak dinine davete devam ediyordu. Ancak Hz. Salih'in nasihatleri onlara çok ağır geliyordu.
- Ey Semud halkı, siz yaşadığınız bu cennet misali
mekända, ebedi olarak yaşayacağınızı mı
sanıyorsunuz? Sizin gibi yaşayıpta buralarda ebedi
kalan var mı? Bu evlerin, bu bağ ve bahçelerin, ilk
sahipleri kimlerdi? Belki onlarda sizin gibi ebedi
kalacakmışçasına hareket ediyorlardı. Fakat vakti
gelince hepside ölüp gittiler. Sizde daha öncen gelip
geçenler gibi, vakti zamanı gelince ölüp gideceksiniz.
Sizlerin yerine de başkaları geçecek.


Ahirette, herkes gibi yaptıklannızdan dolayı teker
teker hesaba çekileceksiniz.
Öyle ise henüz fırsat elde iken, bana tabi olun. Biliniz ki, sizi aldatıp, Yüce Allah'a isyan ettirenler yarınki İlähı azaptan sizi de kendilerini de kurtaramayacaklardır. Çünkü onlarda sizin gibi aciz insanlardır.
Semud kavmi; Hz. Salih'i inkär ediyor, onu müminlerin önünde küçük düşürmek için türlü türlü çareler arıyorlardı.
Yüce Allah Semud kavmine ceza olsun diye bütün sularını kesti. Yalnızca bir kaynaktan su geliyordu.


Onun dışında bütün kaynaklar kurumuştu. O kaynak
halkın ihtiyacına yetiyor ise de bağlara ve bahçelerine
yetişmiyordu. Bütün bu beläların Hz. Salih yüzünden
başlarına geldiğini düşünen Semud halkı, onu imän
edenlerin yanında küçük düşürmek için, bir bayram
günü, daha önceden, hazırladıkları plänlarını
uygulamaya koyuldular.
- Ey Salih sen bizim içimizde, doğup büyüdün. Bizim bildiğimiz Salih, böyle karmaşık sözlerle bizi putlarımızdan vazgeçirmeye çalışmazdı. Olsa olsa sen büyülenmişsindir. Bu yüzden ne söylediğini bilmiyorsun Nasıl olurda bir insandan peygamber olur.


Eğer iddiända haklı isen, şu karşı dağdaki sarp kayadan kızıl tüylü ve 10 aylık hamile dişi bir deve çıkarıver. İşte o zaman sana inanır ve imän ederiz.
Hz. Salih putperest Semud halkının niyetini anlamıştı. Ancak hiç telaşlanmadı. Çünkü iyi biliyordu ki Rabbi her zaman en sıkıntılı anında imdadına yetişmişti. Hz. Salih vahiy yoluyla gerekli izni alıp onların bu isteğini kabul etmişti. İsteklerini kabul ettiği taktirde imän edip etmeyeceklerini sordu. Hepsi mucize gerçekleşirse imän edeceklerini söylediler.


Hz. Salih'e mucize sonucu meydana çıkacak olan  — devenin, kaynağın suyunu tek başına içeceği, göğüslerindeki sütün ise sağmakla bitmeyeceği vahiy yoluyla bildirilmişti. Ancak Hz. Salih'in bir endişesi vardı. O da devenin, öldürüleceği düşüncesiydi. Onlardan devenin öldürülmeyeceği konusunda söz aldıktan sonra, namaz kılarak, rabbine dua etti. Kendisini utandırmamasını niyäz etti.
Mucize gerçekleşmişti. Kızıl tüylü on aylık hamile dişi deve Yüce Allah'ın izni ile, kayaların arasından çıkıvermişti. Bu sonuç inançsızları şok etmiş, onları adeta delirtmişti. Karanlık beyinleri öylesine körelmişti ki, bu mucizenin Allah'tan geldiğine inanmıyorlardı.


Bu yüzden Hz. salih'i büyücülükle sihirbazlıkla suçladılar. Müminler ise bu duruma oldukça sevinmişler. İmänlarına imän katmışlardı. Hz. Salih orada bulunanları, deveye zarar vermemeleri için uyardıktan sonra, Yüce Allah'a şükürde bulundu. Artık su içme işi nöbete bağlanmıştı. Kaynagın suyunu bir gün deve içecek, bir günde insanlar kullanacaktı.
Mucize gerçekleştiği halde, Semud halkının çoğu imana gelmemiştl. Böylece Semud'lular inananlar ve inanmayanlar diye ikiye ayrılmışlardı.


Mucize sonucu zuhur eden deve, yavrusuyla beraber, şehir dışında kırlarda, gezinip dolaşıyor, nöbet günü ise suyunu içtikten sonra, kuyunun başında bekleşiyordu. Müminler hayvanı gördükçe onu seviyor, okşuyorlardı. Kafirler ise öfkelerinden kuduruyor, hayvanı öldürmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.
İçlerinden birkaçı hayvanı öldürmeye teşebbüs ettiysede Hz. Salih'in ikazı sonucu bu niyetlerinden vazgeçmişlerdi. Ancak kafirlerin içindeki deveyi öldürme arzusu bir alev gibi yanıyor gittikçe kabarıyordu. jçlerinden Kıdar adlı bir şahıs ve onun sekiz yakın arkadaşı bu işi üzerlerine alıp, kalabalık bir günde, su içmekte olan deveyi göstererek;


Şimdi onu öldürelimde kendini peygamber ilan eden Salih'in vaadettiği azabı bir görelim hele" diyerek Hz. Salih'i alaya aldıktan sonra deveyi öldürmüşlerdi. Hz. Salih bu işi yapanlara acıyan gözlerle bakmış sonrada onlara şöyle hitap etmişti.
- Ey milletim nedir bu sizin yaptıgınız? Sizin için bir imtihan vesilesi olan bir deveyi kestiniz. Dağları aşan günahlarınıza bir o kadarını daha iläve ettiniz. bütün bu yaptıklarınıza rağmen çok merhametli olan, Yüce Allah'a tevbe ediniz ki onun azabı sizlere ulaşmasın.
Semud halkı tevbe etmediği gibi aläylarını sürdürüp, tevbe kapısını tamamen kapamıştı.


Semud kavmi, deveyi öldürmekle ızdırap ve
sıkıntılarından kurtulacaklarını sanıyorlardı. Ancak Hz.
Salih'in tehdit dolu sözleriyle, daha sıkıntılı daha
ızdırap dolu saatler başlamıştı.
- Ey Semud halkı üç gününüz kaldı. Birinci gün
yüzünüz sararacak, ikinci gün kızaracak, üçüncü gün
ise siyahlaşacak. Dördüncü gün gelecek olan azap ise
hepinizi yok edecek.
Deveyi öldürenler bununla yetinmeyip, Hz. Salih'i ve
yakınlarından ileri gelenleri de öldürmeyi planlamışlardı.
Gerçektende ilk gün Semud'lu putperestlerin yüzleri
sararmıştı. Bu onları kahrediyordu.


Her geçen saatte, felakete daha da yaklaşıyor olmalan endişesi onlan korkudan delirtiyordu.
İkinci gün yüzleri kızarmaya başladığında , daha yıkılmış daha çökmüş bir halde, korkuyla bekleşiyorlardı. Üçüncü gün yani yüzlerinin karardığı gün, suikastı yapacak olan dokuz kişi ani bir baskın yaptı. Ancak Hz. Salih ile müminler İlähi bir emirle orayı gizlice terkettikleri için suikastten kurtulmuşlardı. Kafirler Hz. Salih'i bulamayınca, iyice kudurmuşlardı. Bu sırada müminlerle beraber hicr şehrini terkeden Hz. Salih korkunç gürültünün ardından, şehrin üzerindeki toz bulutunu görünce müminlere, kafirlerin yok oluşunu haberdar etti.
- Ey kavmim sizden hiç bir karşıhk beklemeden, Rabbimin emrini anlattım. Başınıza bu felaket gelmesin diye, sizlere nasihatler ettim. Dinlemediniz. Bu yüzden sonunuz felaket oldu.
Yanındaki müminlerle beraber, Şam tarafına giden   Hz. Salih, Remle kasabasına yerleşmiştir. Bir rivayete göre Hadramut tarafına gittiğide söylenmiştir. Semud kavminin yok olmasından sonra yirmi sene daha yaşayan H2. Salih yüz elli sekiz yaşında Hakkın rahmetine kavuşmuştur.



Hz. İbrahim (1)


Tufandan sonra Hz. Nuh'un torunlanndan bazdan Irak tarafma yerleşmişler, Fırat nehrine yakın bir yerde BABİL şehrini kurmuşlardı, Babil halkı ilerleyen zamanlarda hak dinini terketmiş, güneşe ve yıldızlara tapmaya başlamışü. Taptıkları her yıldız için bir put dikmişlerdi. Bu putlann; yıldızlar katında kendilerine şefaatçi olacağına inanıyorlardı. Oluşturduklan bu yeni dine Sabiilik adını vermişlerdi.
Babil'e kral NEMRUD hükmediyordu. Hükümdarlar arasında başına ilk defa taç takan; kral Nemrud, oldukça zalim idi.


Sahip olduğu mal mülk vesaltanat ile kibirlenir, ilahlık
taslardı.
Kuraklık ve kıtlık zamanlannda kendisinden yiyecek isteyen halka "Rabbiniz kim?" diye sorar. "Nemrud" diye cevap verene yardım eder, ilahlığını kabullenmeyeni boş gönderirdi. Nemrud bu şekilde Babil'i hakimiyetine almıştı. İnanç yönünden bu derece sapıklık bataklığına gömülmüş olan Babil halkı kendine hak yolu gösterecek bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.
Sarayında çok sayıda kahin ve müneccim besleyen, Nemrud, müneccimlerinden birinin kehanetiyle sarsılıp şoka girmişti.


- Ey haşmetli hükümdarımız, Ey Babil halkının koruyucusu ve yöneticisi, yıldızlar kötü bir haber veriyor. Bu sene ülkende doğacak bir çocuk, senin dinini değiştirecek. Bu yüzden, bu sene doğacak olan bütün çocukları öldürmelisin.
Korkudan telaşa düşen Nemrud askerlerine emir vererek, şehiri sıkı bir kontrol altına aldı. Yeni doğan çocuklar hunharca öldürülüyordu.
Hemrud'un "AZER" adında çok güvendiği bir adamı vardı. Nemrud ona olan güveni nedeniyle Azer'i puthane sorumlusu olarak görevlendirmişti. Nemrud'a olan yakınhğı sebebiyle, Azer hatırı sayılır, nüfuzlu bir kimse idi.


Doğacak çocuklann öldürülmesi emri verildiği zaman Azer'in hanımı hamile idi. Fakat bunu kimseler bilmiyordu. Azer doğacak olan çocuğunu kurturmanın çarelerini araştırmaya başladı. Sahip olduğu ayrıcalık sayesinde, bu isteğini rahatlıkla gerçekleştirdi. Hanımını kolayca şehrin dışına çıkarıp onu Basra ile Küfe arasındaki, Kuse köyü yakınlannda bir mağaraya götürdü. Azer çocuklarını putperest olarak yetiştirdiği için, doğacak çocuğununda kehanette bahsedilen, çocuk olmayacağından emin bir halde hanımını mağarada bıraktı. Babil şehrinden çok çok uzaklarda, bir mağarada gözlerini dünyaya açan İbrahim diğer çocuklardan farklı olarak çok çabuk büyüyordu.


Bu mağarada bir kaç yıl anne ve babasından başka kimseyi görmedi. Her davranışında bir fevkaledelik görülen, küçük İbrahim, bir gün annesine şöyle dedi:
- Anneciğim benim Rabbim kimdir?
- Benim yavrum.
- Peki senin Rabbin kimdir?
- Baban yavrum.
- Ya Babamın rabbi kimdir?
Annesi İbrahim'in yaşından beklenmedik bu soruları karşısında hayrete düşmüştü. Telaşla olanları kocasın. anlattı. Bahsedilen çocuk kendi oğlu olabilirmiydi


Yinede bu soruları çocukluguna verip önemsememişti. Ancak birgün aynı sorularla kendisi karşılaştı.
- Ey Babacığım, benim Rabbim kimdir?
- Annendir oğlum.
- Peki Annemin Rabbi kimdir?
- Benim.
- Senin Rabbin kimdir?
- Nemrud.
- Peki ya Nemrud'un Rabbi kimdir?
Bu sual Azeri çok sinirlendirmişti. Bunun üzerine oğlunu azarladı.
- Sus artık. Bir daha böyie şeylere kafanı takma.


Küçük İbrahim ilähi bir davanın önderi olacağı mesajını daha o yaşında hal ve tavarlarıyla açıkça belli etmişti. Günlerden bir gün Azer, oğlunun dogumunu gizlediğini arkadışlarına anlattı.
- Acaba oglumu meydana çıkarsam Nemrud ona birşey yapar mı?
- Nemrud o hadiseyi çoktan unuttu bile. Sen oglunu meydana çıkar artık.
Arkadaşlarının kendini rahatlatması üzerine Azer oglu İbrahim'i mağaradan çıkarmıştı.
İbrahim artık büyümüş delikanlı olmuştu. Azer diğer oğullarına yaptığı gibi İbrahim'inde eline birkaç put tutuşturup, satması için onu çarşıya göndermişti.
Ancak küçüklüğünden beri hiç bir zaman putlara ilgi göstermeyen İbrahim, putların boynuna bir ip takarak, onları yerlerde sürükleye sürükleye çarşıya gitti.
- Fayda ve zarar vermekten aciz olan bu putları kim ahr?
Bu olayı görenler İbrahim'e kızıyor ancak babasının
nüfuzundan dolayı İbrahim'e bir şey diyemiyorlardı.
Bu olay böyle devam edip durdu. Kardeşleri her akşam
putları satarak eve döndükleri halde İbrahim'in bir tek put bile satamadan, eve dönmesine bir anlam veremeye Azer, neler oluyor diye meraklanmaya başlamıştı. Ancak kısa sürmedi ki ahali İbrahim'i babasına şikayet ediverdi. Azer oğlunun putları sevmediğini biliyordu. Ama bu güne kadar belki düzelir diye, hiç bir şey yapmamıştı. Nihayet oğlunu yanına çagırdı. Hz. İbrahim'e çok genç yaşta peygamberlik görevi verilmişti. O, yaşından çok olgun bir şekilde babasının huzuruna çıkıverdi.


- Ey Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası olmayan, bu cansız varlıkları kendine ilahmı görüyorsun?
Azer oğlunun sözleri karşısında, hem şaşırmış, hem de kızmıştı.
- Sen ne dediğinin farkında mısın? Böyle konuşma cüretini kimden alıyorsun?
Hz. İbrahim daima Babasına saygılı olmuştu.
- Babacıgım Allah tarafından bana peygamberlik verildi. Sana öğretilmeyen ilim bana öğretildi. Milletime hak yolunu göstermekle görevlendirildim. Bana tabi ol sana hakkı anlatayım.


Babil halkının tehditkar tutumu Hz. İbrahimi
davasından asla geri döndüremezdi. Çünkü onun
yüreği Allah sevgisiyle hınca hınç doluydu.
- Siz bir olan Allah'a şirk koşmaktan korkmazken,
ben sizin putlarınızdan mı korkacağım?
Babil halkı bayram günlerinde kurbanlar kesip çeşit
çeşit yemekler pişirirlerdi. Sonrada hazırladıkları bu
sofraları, putların yanına yerleştirerek, şenliklere
başlarlardı. Gülüp eğlendikten, kutlama merasimlerini
bitirdikten sonra da putların yanına bıraktıkları
yemekleri, büyük bir iştahla yerlerdi.
Yine bir bayram günü idi. Yemekler puthaneye
putlann yanına bırakıldıktan sonra, bayram yerinde
toplanıp eğlenceye başladılar.


Hasta olduğunu bahane ederek, eğlenceye katılmayan Hz. İbrahim, kimsenin olmamasından istifade ederek puthaneye girdi. Putlara alaycı bir ifade ile bakıp; "Haydi buyurunuz, şu yemeklerinizi afiyetle yeyiniz.   Haydi benden utanmayınız" dedikten sonra, putları bir balta ile kırıp parçalamaya başladı.
Sadece MADRUK adlı putu kırmadı. Elindeki baltayı onun boynuna asıp sonra oradan ayrıldı.
Putperest Babil halkı, bayram yerinden, döndükten    sonra, putların halini görünce çok şaşırdılar. Öfkelerinden deliye dönmüş adeta kudurmuşlardı.
- Kim bu küstah?
- Onu bulup cezalandıralım.


- Her kim ise, yaptıklarını yanına bırakmayalım.
- Bu işi olsa olsa Azer oğlu İbrahim yapmıştır.
- Evet evet oldum olası putlarımızı sevmedi. Her zaman onlarla alay ederdi. Bu işi ondan başkası yapmış olamaz.
- Evet mutlaka o yapmıştır. Haydi gidip onu bulalım. Köşe bucak Hz. İbrahim'i aradıktan sonra onu yakaladılar.
- Ey İbrahim ilahlarımıza bu hakareti sen mi yaptın? Hz. İbrahim gayet sakin bir şekilde boynuna balta asılı putu kasdederek, "Belki onu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorsa ona sorun" diye cevapladı.
Hz. İbrahim'in bu sözleri üzerine, müşrikler donup kalmışlardı.


Anlamsız bakışlarla birbirlerini tarayıp durdular. Kimse verecek cevap bulamıyordu. Öyle ya, madem ki bu putlar ilahları idi, elbette kendilerini kimin kırdığını bilmeli, söylemeliydiler.
Dahada önemlisi kendilerini savunmalıydılar. Konuşmaktan ve kendilerini savunmaktan aciz olan bu odun ve taş parçalannı ilah saymakla hatamı ediyorlardı?
Ancak şeytan onları dogru yola gelmekten alıkoyuyordu. Gencecik bir delikanlıya inanmayı, ona tabii olmayı bir türlü gururlarına yediremiyorlardı.
- Ey İbrahim. Sende gayet iyi biliyorsun ki bu putlar konuşmazlar. Anlaşılıyor ki bu işi sen yaptın.


Hz. İbrahim de bu cevabı bekliyordu. Hemen taşı gediğine koydu.
- O halde niçin alemlerin yaratıcısı olan Allahü teäläyı terkedip de, kendilerini bile koruyamayan bir tek kelime bile konuşmayan, kimseye zarar veya faydası olmayan putlara niçin tapıyorsunuz? İnsan hiç kendi yonttuğu şeye taparmı?
Bu cevaptanda anlaşılacagı gibi putları, Hz. İbrahim kırmıştı. Ona gereken cezayı vermek için hapse attılar.
(I. BÖLÜM SONÜ)







Hz. İbrahim (2)
Hz. İbrahim'in hapise atılmasından, Nemrud'da haberdar olmuştu. İlahlara, yıldızlara tapmayan bu genci merak etmişti. Onu huzuruna aldı. Hz. İbrahim'i küçümsedikten sonra, hırıltılı bir sesle homurdandı.
- "Söyle bakalım delikanlı. Senin Rabbin kimdir. Ne iş yapar?" diye sordu.
Hz. İbrahim gayet sakin bir şekilde Nemrud'u cevapladı.
- Benim Rabbim o zattır ki, hem hayat verir, hemde alır. Diriltmekte, öldürmekte onun elindedir.
Kibirli Nemrud, rnağrur Nemrud sarayın her tarafından duyulacak bir kahkaha patlattı.

- Bu da işmi yani. Ben de öldürür ve diriltirim. Şimdi
neler yapabileceğimi gör bakalım.
Muhafızlarına emir veren Nemrud karşısına getirilen zavallı, fakir sahipsiz birinin hemen öldürülmesini istedi. Muhafızlar zavaliıcığı hemen oracıkta katletti. Herkes korku dolu gözlerle olanları seyrediyordu. Az sonra da huzura getirilen, diğer bir zavallıya da çil çil altınlar, mal ve mülk vererek salıverdi. Sonra da Hz. Ibrahim'e doğru dönerek ilahlık tasladı.
- Gördünmü işte herkesde şahit oldu. Bak bende birini öldürdüm. Bir diğerini ise dirilttim.

Hz. İbrahim Nemrud'a acıyan gözlerle bakmıştı. Nemrud öldürmek ve diriltmekten ne demek istediğini anlamamıştı. Ya da anlamak istemiyordu. Ona haddini bildirmek lâzımdı. Hz. İbrahim'de öyle yapacaktı. Deminden beri kendisini küçümseyen, Nemrud'a iman dolu bir bakış fırlattı. Nemrud bir an sarsıldı. Aslında Hz. İbrahim'in birazdan söyleyecekleri ile daha da sarsılacaktı.
- Ey Nemrud benim Rabbim güneşi dogudan dogdurur. Eger ilahlık davanda ısrar ediyorsan sende güneşi batıdan doğdur da görelim.
Hz. İbrahim'den böyle zekice bir teklif beklemeyen Nemrud şaşkınlıktan, önce neredeyse küçük dilini yutmuş sonrada öfkesinden kudurmuştu. Herkesin içinde küçük düşmüştü. Meraklı gözlerle, kendisini izleyen bu kadar adamı karşısında verecek cevap bulamıyordu. Çaresiz insanların, sıkıştıkları zaman yapabileceği tek şeyi yaptı. Öfke içinde bağırıp duruyordu. Kimse korkudan başını kaldıramıyordu.
- Çabuk şu densizi zindana atın. İlahlanmıza karşı gelmenin cezasını ona ödetecegim. Bu yaptıkları yanına kâr kalmayacak.

Nemrud'un öfkesi dinmiyordu. O kadar insanın gözü önünde küçük düşmeyi onuruna yediremiyordu. Akıl hocaları, dalkavukları onu rahatlatmak istediler.
- Efendim ona gerekli cezayı verirsiniz olur biter. Yeter ki siz üzülmeyin.
- Onu ateşe atmalısınız. Böylece cezasını çekmiş olur. Bu fikir, Nemrud'un hoşuna gitmişti. Adamlarına hemen yakacak odun toplamalarını emretti. Hz. İbrahim'in ateşe atılarak cezalandırılacağını herkes duymuştu. Günlerce odun toplandı. Dağ gibi bir odun yığını meydana getirildi. Nihayet odunlar tutuşturuldu. Ateşin şiddetlendiği an yer gök aleve boyandı.

Sıcaklığı çok uzaklardan bile hissedilmekteydi. Karşı tepeye kurulu olan mancınığa, konularak ateşe atılacak olan Hz. İbrahim mancınığa dogru götürülüyordu. Bu dehşet verici olayı seyredebilmek için Babil'de kimse kalmamıştı. Herkes olay yerine toplanmış, korku ve merak içinde bekleşiyordu.
Hz. İbrahim mancınığa yerleştirildi. Muhafızlar onu ateşe atmak için Nemrud'un emrini bekliyordu. Dağ, taş bütün canlılar, tüm melekler Allah'a yalvarıyor, Hz. İbrahim'in kurtulması için niyazda bulunuyordu.
- Ey Rabbimiz bu kavim içinde; seni bilen tanıyan sana ibadet eden, sadece Hz. İbrahim var.
Oysa onu ateşe atıyorlar. izin verinde şu kavmi yerle bir edip Hz. İbrahim'i kurtaralım, diye yalvarıyorlardı. Yüce Allah ise onlara;
- "Onun durumunu ben daha iyi bilirim. O eğer sizden yardım isterse edin, Eğer yalnız bana güvenip dayanır, benden yardım dilerse ona benim yardımım kâfidir" karşılığını vermişti.
Nemrud'un emriyle mancınık fırlatıldı. Hiç bir telaş ve korku belirtisi göstermeyen Hz. İbrahim ateşin ortasına doğru uçuyordu. Ateşe dogru yol alırken, "Allahın yardımı bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ben ona dayanıp güveniyorum" demişti.

Yüce Allah, canı gönülden, tam bir teslimiyet içinde kendisine dayanıp güvenen hiç bir kulunu yalnız bırakmazdı. Hele hele bir peygamberini asla. Yüce Allah'ın emri Hz. İbrahim'in imdadına yetişti.
- Ey ateş, İbrahim için serin ve zararsız ol. İlahi emir üzerine ateş Hz. İbrahim'i yakmadı. Ateşin ortasında güllük gülüstanlık serin bir bölge oluşmuştu. Hz. İbrahim burada hiç bir zahmet ve sıkıntı çekmedi. Bu sırada Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı anda, Nemrud lehine müthiş bir tezahürat gösteren Babil halkı, bu olaya alkış tutuyordu.

- Gördünüz mü İbrahim bizi ateşle korkutuyordu. şimdi kendisi ateşe girdi.
Hz. İbrahim'in dev ateş kümesinin ortasına düşüşünü
bir müddet iştahla seyreden, Nemrud ve Babil halkı
onuh yanıp kül olduğuna kanaat getirince yavaş yavaş
dağılmaya başladı. Tam 7 gün yanıp durdu koca odun
kütlesi. Bu 7 gün boyunca, heryerde bayramlar
kutlanıyor, herkes yiyip içip eğleniyordu. Son gün
alevler azalıpta sönmeye yüz tuttuğunda herkes
dehşete düşmüştü. Hiç kimse gözlerine inanamıyordu.
Hz. İbrahim alevlerin tam ortasında ibadet ediyor.
Allaha yakarıyordu.

Nemrud şaşkınlıktan ne yaptığını bilmez bir vaziyette dolanıp duruyor, halk ise korku ve dehşet içinde Hz. İbrahim'i seyrediyordu. Hz. İbrahim'in ateşte yanmaması, ateşin ona tesir etmemesi onun davasının haklılığını apaçık sergiliyordu. Ancak müşriklerin hiç biri bunu kabul etmek istemiyordu. Gördükleri bu gerçeğin arkasında başka başka manalar aramaya başladılar.
- Ateş O'nu yakmıyor.
- Evet evet ateş ona tesir etmiyor. Bu adam şeytan olmalı. Cünkü şeytan da ateşten yaratılmıştır.
Hz. İbrahim'e cok az kimse inanmıstı.

Bunlardan biri kardeşinin oğlu Lut, amcası kızı Sare ve daha bir kaç kişiden ibaretti. Sare daha sonra Hz. İbrahim ile evlenip eşi olacaktı.
Hz. İbrahim'e artık kimse korkudan ilişemiyordu. Bir müddet daha halkı Hakka davet etmekle meşgul oldu. Ancak ümidini kestikten sonra, ilahi emir gereği Hicret'e hazırlandı. Gitmeden öncede Babil halkına son ikazını yaptı.
- Ey kavmim gördügünüz apaçık delillere ragmen beni
hep yalanladınız.
Artık aramızda hiç bir sevgi, dostluk ve akrabalık bağı
kalmadı.


Aramızdaki ebedi düşmanhk, siz iman edinceye kadar devam edecektir.
Hz. İbrahim milletine son uyarıyı yaptıktan sonra Babil'den hicret etti.
- Ey milletim. Ben Rabbimin bana emrettiği bir beldeye gidiyorum. Umarım ki Yüce Allah beni dini ve dünyevi isteklerimi gerçekleştireceğim bir memlekete ulaştınr.
Hz. İbrahim müminleri de yanına alarak Şam taraflarına doğru yola koyulduktan sonra, Cenab-ı Allah'ın gönderdiği sivrisinek sürüleri Babil'i perişan etti. Halkın çoğu sivrisinekler tarafından öldürüldü.


Geride kalanlar da rahatları bozulduğu için babil'i terketmek zorunda kaldılar.
Sivrisineklerden biri de Nemrud'a musallat olmuştu.
Malı, mülkü ile gururlanan Nemrud ufacık bir
sivrisineğe teslim olmuştu. Her nereye kaçarsa kaçsın
ondan kurtulamıyordu. Koca Nemrud aciz durumlara
düşmüş. Kibrinden ve gururundan eser kalmamıştı.
Muhafızların sineği öldürme çabâları sonuçsuz kalıyor,
bu yüzden de korku içinde yaşıyordu. Nihayet
sivrisinek Nemrud'un bir gaflet anından faydalanarak
burnundan içeri girmiş ve beynine yerleşmişti.
Nemrud büyük acılar çekiyor, acısını dindirmek için
kafasını taşlara duvarlara vuruyordu.

Ancak yine de acısı dinmiyordu. Sivrisinek tarafından beyni kemirilen Nemrud, acılar içinde yavaş yavaş öldü. Böylece tüm yaptıklarının cezasını feci şekilde ödemiş oldu.
Harran'a yerleşen Hz. İbrahim burada bir müddet kaldıktan sonra, Mısır'a gitmiştir. Zamanın firavunu Sare'nin güzelliğinden haberdar olmuştu. Emri gereği Sare huzura çıkarılmıştı. Firavun Sare'ye her ilişmek istediğinde nefesi kesilip ölecekmiş gibi oldu. Bu yüzden korkuya kapılan Firavun Sare'yi serbest bırakıp cariyelerinden Hacer'i de ona armağan, etmişti. Bundan sonra hep birlikte yaşadılar.

Hz. İbrahim'in eşi Sare'nin çocuğu olmayınca Sare Hz. İbrahim'in Hacer'le evlenmesini istedi. Hacer Hz. İsmail'i dünyaya getirdikten sonra, Hz. İbrahim zevcesi Hacer ile oğlu İsmail'i Mekke'ye götürmüştür. Sonraki yıllarda ilk eşi Sare hatun Hz. İshak'ı doğurmuştur.
Hz. Sare 127 yaşında iken vefat etmiştir. Peşi sıra Hz. İbrahim'de 200 yaşında iken ruhunu Allahü teâlâya teslim etmiştir. Hz. İbrahim'in kabri Kudüs yakınlarında Habrun kasabasında bir mağaradadır.

Hz. Lut


Hz. İbrahim'in kardeşi; Harran'ın oğlu Hz. Lut Ibrahim aleyhisseläma ilk iman edenlerdendi.
Birlikte, Babil'den hicret edip Harran'a varmışlardı. Hz. İbrahim orada kalmıştı. Hz. Lut ise Sedom ve Gomora şehirlerinin bulunduğu Ürdün ve civarına gitti ve oraya yerleşti. Oldukça güzel ve zengin bir şehir olan, Sedom ülkenin en bayındır bölgesiydi, Ancak insanları yoldan çıkmış idi. Orda her türlü ahlaksızlıklar vardı. Putlara tapıyorlar, soygunlar yapıp zavallı insanların ellerinde ne varsa yağmalıyorlar ve en önemlisi ise cinsi sapıklık yapıyorlardı. Yani kadın yerine erkeklere şehvetle yaklaşıyorlardı. Bundan daha kötü daha tiksindirici birşey olabilirmiydi acaba?


Yüce Allah yeryüzünde yarattığı canlıları bir erkek ve
bir dişiden meydana getirmişti. bütün canlıların
üremesi bu iki unsurun, birleşmesinden meydana
geliyordu. Hal böyle iken sapık ilişkiyi seçen Sedom
halkı en yanlış ve en çirkin yolu seçmişlerdi. Bu
yüzden o bölgeye gelen kimseler aynı davranışlarla
karşılaştıkları için Sedom'luları hiç mi hiç
sevmiyorlardı. Yolu o bölgeden geçen yolcular, ne
yapıp ne edip Sedom'a uğramadan geçmeyi tercih
ediyorlardı. Yolu yanlışlıkla Sedom'a düşenler ise
Sedom'luların sarkıntılıklarından dolayı mutlaka
kavgaya tutuşurlardı. Bu iğrenç durumu o kadar
benimsemişlerdi ki onlara oldukça normal bir işmiş
gibi geliyordu.


İşte Hz. Lut'un Sedom'a gönderiliş gayesi buydu. Sapıklık bataklığına gömülmüş olan Sedom halkını bu bataktan söküp çıkarmaya çalışacaktı.
Yüce Allah'ın yasakladığı her şeyde insanlar için mutlaka maddi ve manevi zararlar vardır. Nitekim bu sapık ilişkilerin, günümüzün en korkunç hastalığı olan, "AIDS"ın yayılmasına en büyük aracılığı ettiği tartışılmaz bir gerçektir.
Hz. Lut kendisine Yüce Allah tarafından,
peygamberlik görevi verilir verilmez, Sedom halkını bu
kötü huydan vazgeçmeye çağırdı. Bu azgın insanlara
doğruyu anlatmak gerçektende çok zordu.


- Ey kavmim, Ey Sedom halkı, ben size gönderilen
emin bir peygamberim. Sizler daha önce hiç bir
kavmin işlemediği büyük bir günahı işliyorsunuz. Gelin
bu kötü işleri terkedin. Sizler bir insansınız. Bu
yaptıklarınızı hayvanlar bile yapmıyor. Çevrenize şöyle
bir bakın. Hiç bir hayvan dişisi dururken erkeğe
yanaşıyor mu? Cahillik batağına öyle saplanmışsınız
ki, hem nefsinize hemde başkalarına zulmediyorsunuz
Ben Allahü teälänın emirlerini size iletiyorum. !
Allah'tan korkun ve ona itaat edin.
Sedom halkı bu davete pek itibar etmedi. Hz. Lut'un
sözlerine gülüp geçtiler. Onu dinlemediler. Çok az kişi
iman etmişti. Bunun üzerine Hz. Lut onları Allah'ın
azabı ile korkutmaya çalıştı.


- Ey halkım. Benim bu anlattıklarımda luv ı>u menfaat
yoktur. Bütün bunları Dünya ve ahiret saadetiniz icin
sizlere anlatıyorum. Eğer bu haliniz böyle devam
ederse korkarım helak olursunuz. Sapıklığı normal bir
halmiş gibi gören, bu azgın kavmin ileri gelehleri,
aralarında konuşup bir karara vardılar.


- Hz. Lut ve ona inananları Sedom'dan kovalım. Güya bize temizlik namusluk davası güdüyorlar. Üstelik ona inananlarda gittikçe artıyor.
Gariptirki ahlaksızlık ve sapıklık içinde boğulanlar iffetli ve namuslu olanları suçluyorlardı. Gidip bu kararlarını Hz. Lut'a bildirdiler.


Lut aleyhisseläm onları sogukkanlı karşılamıştı.
- Ey Lut eğer sen bizi kınamaya devam edersen seni bu memleketten kovarız. Saçma sapan sözlerle bizleri oyalayıp durma. Madem bizi korkutuyorsun doğru      , sözlü isen şu vadettiğin Allah'ın azabını getirde görelim.
Ey kavmim ben sizin yaptığınız bu çirkin işleri şiddetle kınıyor ve nefret duyuyorum. Sizleri kesinlikle tasvip etmiyorum. Ya Rabbi, beni ve ehlimi onların kötü     emellerinden kurtar.
Hiç bir peygamber ıslahında ümidi kesmediği milleti için beddua etmezdi Ancak Lut aleyhisselämın hiç umudu kalmamıştı.


Sedom halkı hiçde ıslah olacağa benzemiyordu. Onlar azabı hakediyordu.
Allahü teälä, Hz. Lut'un duasını kabul etmişti. Lut kavmini yok etmek için üç melek görevlendirmişti. Bu melekler yakışıklı birer delikanlı suretinde Hz. Lut'a gönderildi. Melekler önce Hz. Ibrahim'e uğrayıp, "İSHAK" adlı bir oğlu olacağını müjdeleyeceklerdi. Melekler Hz. İbrahim'e müjdeyi verdikten sonra bir öğle vakti Hz. Lut'a misafir olarak geldiler. O sırada Hz. Lut tarlada çalışmakta idi. Yabancılan görünce hemen yanlarına gitti.
- Safa geldiniz yabancılar.
- Safa bulduk.


- Hayırdır nereden gelir nereye gidersiniz?
- Yolcuyuz. Sedom şehrine kalmak için uğradık, sana misafir olalım dedik.       Hz. Lut iyice terlemişti. Gelen misafirlerin melek olduğunu anlamamıştı. Misafirierin yakışıklı olduklarını görünce, endişelenmişti.
Sedom'lular bu yabancıları gördüklerinde rahailık vermezlerdi. Ancak kendisine gelen bu misafirleride reddetmek bir peygamber için çok ağır bir işti.     Donakalmıştı. Sedom'lular evine hücum ederek bu gençlere saldırabilirlerdi. Bir an ne yapacağını bilemedi. Ancak Sedom'luların çirkin hallerini belli etmek için şöyle dedi.


- Ey misafirler, belliki buranın yabıncısısınız ve belli ki bura ahalisinin hallerini hiç bilmemektesiniz.
- Neymiş o halleri.
- Yeryüzünde bu kavimden daha ahlaksız daha kötüsü olamaz.
Hz. Lut'un bu sözleri üzerine, meleklerden Cebrail arkadaşlarına dönerek, "Şahit olun" demişti. Yüce Allah Sedom halkının heläki için Lut aleyhisselamın      kavmi aleyhine dört defa şehadet etmesini şart koşmuştu. Bunun üzerine aynı soru üç kere daha soruldu. Üç kerede aynı cevap alınmıştı. Işte Sedom halkı için azap hak olmuştu.


Hz. Lut akşama doğru misafirleri alarak kimselere
görünmeden eve getirdi. Evde hanımı Vahile ile kızları
bulunuyordu. Vahile aslında Hz. Lut'a inanmamıştı.
İman ettiğini söyleyip hep öyle görünmüştü.
İmansızlığını içinde gizlemişti bu güne kadar. Halbuki
Vahile bir peygamber karısı olarak, dünya ve ahiret
saadetini kazanabilecek, büyük bir nimet içindeydi.
Allah'ın sevgili peygamberine zevce olmuştu.
O tıpkı Hz. Nuh'un hanımı gibi bunun kıymetini bilemedi. Gizlice evden çıkıp misafirleri olduğunu Sedom'lulara bildirdi. Haber bir anda etrafa yayıldı Herkes müjdeli bir habermiş gibi durumu birbirine anlatıyordu.


Süratle toplanıp Hz. Lut'un evini çevirdiler. Misafirlerin kendilerine teslim edilmesini istiyorlardı. Hz. Lut'un korktuğu başına gelmişti. Perdeyi f aralayarak dışarı baktı. Sedom'lular ellerinde meşalelerle evin etrafını çepeçevre kuşatmışlardı. Taşkınlıklarını arttırınca Hz. Lut onlara nasihat etti.
- Bunlar benim misafirlerimdir. Onlara karşı beni mahçup etmeyin. Alah'tan korkun beni rezil etmeyin.
Ancak Sedom halkının gözü kararmıştı.
- Ey Lut. Bak işte şimdi tuzağa düştün. Bize nasihatlar
edip duruyordun. Ama bak sende gençleri eve
almıssın.


Hz. Lut'un tüm çabaları boşa gitmişti. Ne söylese ne anlatsada, bu azgın kavmi durduramıyordu.
- Keşke size yetecek gücüm olsa, Ya da sağlam bir yere sığınsam.
Hz. Lut'un çaresiz kaldığını gören elçi melekler duruma müdahale ettiler. Lut aleyhisseläma melek olduklarını söylediler. Görevlerini anlattılar.
- Ey Lut korkma ve üzülme. Onlar bize hiç bir şey yapamazlar. Onlar azabı hakettiler. Artık ne kadar nasihat etsende faydasız. Kapıyı aç. Bırak gelsinler. Bize bir şey yapamazlar. Hz. Lut çok şaşırmış. Aynı derecede sevinmişti. İçindeki sıkıntı dağılmış, kuş gibi hafiflemişti. Allah'a şükrettikten sonra kapıyı açtı.


Şehvetten gözleri kararmış ahlaksız Sedom'lular, naralar atarak, salyalar akıtarak, içeri daldılar. O anda melekleri asıl şekilleri ile görünce nur (ısık) dan gözleri kamaşıp görmez oldular. Neredeyse korkudan ödleri patlayacaktı. Yine geldikleri gibi çığlıklar ata ata, birbirlerine çarparak, ezerek, Hz. Lut'un evini
terkettiler.
- Lut'un evine sihirbazlar toplanmış. Sakın
yaklaşmayın.
Kalabalık çabuk dağılmıştı. Etraf tenhalaşınca
Melekler, Lut aleyhisseläma bundan sonra ne
yapmaları gerektiğini anlattıktan sonra oradan
kayboldular.


- Ey Lut sen görevini yaptın. Milletine Cenab-ı Allah'ın emirlerini duyurdun. Aileni ve sana tabi olanları alarak bu şehirden hemen uzaklaş. Müminlerin hiç biri senden geride kalmasın. Hanımında diğerleri gibi helak olacak. Yola çıktıktan sonra hiç kimse geriye dönüp bakmasın. Geride ne olup bittiğini merak etmeyin. Sabaha doğru hepsi azap olacaktır.
Hz. Lut müminleri bir araya toplayıp, onlara olanı biteni anlattı. Ve hep birlikte şehri sessizce terkettiler. Sabaha doğru, Yüce Allah'ın azabıda yetişmişti. sedom'un altı üstüne gelmişti. Üzerlerine taş yağıyordu. Bağırmaları taçışmaları fayda vermemişti.


Yağmur gibi yağan taşların altında kaldılar. Güneş
tamamen doğduğunda, bir tek müşrik kalmamıştı.
Aynı şekilde Gomorro şehride yerle bir olmuştu. Daha
sonra, her taraftan kaynarsular fışkırarak, yurdun her
tarafı göl olmuştu.
Bugün o şehirin yerindeki göl, "Lut gölü" adıyla f, anılmaktadır. Lut aleyhisseläm daha sonra, kızları ve müminleri ile beraber, Şam diyarına ämcası Hz. Ibrahim'in yanına gitmiştir. Kavminin helakinden      sonra, yedi yıl daha Şam'da kalmıştır. 80 yaşında ise   vefat etmiştir. Kabri İbrahim aleyhisselämın bulunduğu Halilürrahman kasabasındadır.

Hz. İsmail
Mısır'da huzur bulamayan Hz. İbrahim oradan ayrılıp yeniden Şam'a dönmüştü. Şeb denilen yere gelince oraya yerleştiler. Su ihtiyaçlarını gidermek için bir kuyu kazdılar. Kuyunun suyu çeşme gibi akıyordu. Bu sudan kendileri dışında o çevrede bulunan herkesde yararlanıyordu.
Hz. İbrahim, Allahü teâlâdan hayırlı bir çocuk vermesini düemekteydi. Ancak zevcesi Hz. Sare'nin çocuğu olmuyordu. Hz. Sare bu duruma üzülüyor ama elinden de bir şey gelmiyordu. Bu yüzden Hz. İbrahim'e, Hacer'le evlenmesini teklif etti. O günün dünyasında erkeklerin çok kadınla evlenmesi tabi bir olaydı.
Hz. Ibrahim biraz düşündükten sonra bu teklifi reddetti.
- Ey Sare bu işin sonundan endişe ederim. İleride Hacer'i kıskanmandan korkanm. Huzurumuz bozulsun istemiyorum. Ancak Hz. Sare kararlıydı. Hacer'in Hz. İbrahim ile evlenmesi konusunda ısrarcı oldu. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Hacer'le evlendi Birbirini kovalayan günler, haftalar, aylar sonra, Hacer, nurtopu gibi bir     erkek çocuk dünyaya getirdi. Adını İsmail koydular.
Önceleri herşey güzel gidiyordu. Ancak Sare'de
kıskançlık başlamıştı. Artık aynı çatı altında yaşamaları
çok zor görünüyordu.
Hz. Ibrahim, ne yapacağını bilmiyordu. Yüce Allah,
Hz. sare'deki bu duyguyu çeşitli hikmetlerle Hz.
İbrahim'e vahyetti.

Onları emin bir bölgeye götürmesini bildirdi. Hacer ilc oğlunu alıp başka bir beldeye götürüp onları oraya yerleştirecekti. Bu yolculukta onlara bir melek rehberlik yapacak, yerleşecekleri yeri onlara gösterecekti.
Hz. İbrahim işe Hacer ile oğlu İsmail'i yanına alarak bir akşam üzeri evden ayrıldı. Gide gide Mekke'ye kadar uzanmışlardı. Bugün zemzem kuyusunun bulundugu yerin çok yakınında konaklamışlardı. Hz. İbrahim bir ağacın dibine çadır kurarak, onları oraya yerleştirdi. Yanlarına bir miktar hurma ve su bıraktıktan sonra, yanlarından ayrılmak için çadırdan dışarı çıktı.
Hacer telaşa düşmüş ağlıyordu.

Henüz iki yaşındaki oğlu İsmail ile bu ıssız vadide kimselerin olmadığı bu yerde, tek başına kalacakları düşüncesi yüreğini korkuyla kemiriyordu.
- Ey İbrahim bizi ıssız ve sessiz bu vadide bırakıpta nereye gidiyorsun? Sensiz kimsesiz ne yaparız biz burada?
Hz. İbrahim Hacer'i cevaplamıyordu. Hader uzun süre yalvarıp yakardıktan sonra Hz. İbrahim'e şu soruyu sordu.
- Yoksa böyle yapmanı Allah mı emretti? Hz. İbrahim'in cevabı Hacer'i rahatlatmıştı.
- Evet Allah emretti.

- Öyle ise bize Allah kafidir. O bizi korur, sahipsiz bırakmaz.
Hz. Ibrahim bir müddet yol aldı. Hacer onu, uzun süre dalgın gözlerle izleyip durdu. Hz. İbrahim kendini göremeyecekleri bir yere varınca Kâbe yönüne dönüp, Yüce Allah'a duaya başladı.
- Ey Rabbim ben, eşim Hacer ile oglum İsmail'i bu çorak vadiye, namazlarını dosdoğru kılsınlar diye yerleştirdim. Bu bölgeyi afet ve düşmanlardan muhafaza eyle. Emniyetli bir belde kıl. İnsanlarıri  gönüllerini buraya meylettir ki gelip yerleşsinler. Eşimle çocuğumun yalnızlıklarını gidersinler,

Hz. Hacer ile oğlu Ismail, Mekke vadisinde birlikte yaşıyorlardı. Hz. Hacer çocuğu acıktıkça emziriyor, susadıkça da yanındaki kırbadan su veriyordu. Bir süre şonra suları bitti. Küçük İsmail susuzluktan ağlayıp sızlamaya başlamıştı...
Güneş bütün sıcaklığıyla etrafı yakıp kavuruyor, Hacer ile oğlunun susuzluğunu daha da arttırıyordu. Hacer yürüye yürüye sefa tepesinin bulunduğu yere geldi. Tepeye çıkıp etrafa göz gezdirdi. Etrafta, ne su ne de kimsecikler vardı. Koşarcasına vadiyi aşıp Merve tepesine geldi. Çevreyi kolaçan etmesine rağmen, ne bir damla su izine nede herhangi bir kimseye rastlamıştı.

Su bulurum ümidiyle Sefa ve Merve tepeleri arasında tam yedi kere gidip gelmişti. Merve tepesinde çaresiz bir şekilde soluklanırken, duyduğu ses ile ister istemez sevindi. Aynı sesi ikinci defa duyunca... "Ey ses sahibi sesini duyurdun. Eğer kudretin varsa bize yardım et." diye haykırıverdi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisseläm insan suretinde görünerek, ayağının topuğu ile yeri kazmaya başladı. Kısa sürmediki yerden su fışkırmaya başladı.
Hz. Hacer suyu görünce sevincinden yerinde duramadı. Suyun akıp gittiğini görünce, ziyan olmasın diye etrafını çevirip avuç avuç kırbasına dolduruyordu. Bir yandanda su ziyan olmasın diye zcın zem (dur, dur) diye bağırıyordu. Bugün Käbe'de bulunan zemzem kuyusu işte bu sudur.
Susuzluklarını gidermişlerdi. Artık susuzluk dertleride olmayacaktı. Sonraki günlerde Cürhüm kabilesinden bir kaç aile geldiler. Daha önce su bulunmayan bu bölgedeki, kaynagı yani zemzem'i görünce çok şaşırdılar. Suyun başında duran Hz. Hacer'e: "Bizim buraya yerleşmemize izin verirmisin?" diye sordular.
Hz. Hacer kabul etmişti. Böylece ıssız, sessiz vädi kısa zaman sonra şenlenivermişti. Hz. Hacer yalnizlıktan kurtulmuş ve Mekke şehrinin kuruluşu da böylece başlamış oluyordu.
Hz. İbrähim bir zaman sonra, hanıfhı ile oğlunu ziyarete geldi. Onları bereket içinde, şenlenmiş, kalabalıklaşmış bir mekända görünce çok sevindi. .
Yüce Allah'a hamd-ü sena etti.'"

Artık Hz. İbrahim, zaman zaman Mekke'ye geliyor, bir süre oglu ve hanımı ile birlikte kalıyor, sonra da geri dönüyordu.
Yıllar geçmiş İsmail büyüyüp serpilmiş, yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Mekke'de sevilen sayılan biriydi. Hz. Ibrahim yine bir gün Mekke'ye gelmişti. O gece uyurken rüyasında bir ses şunları söylemişti:
- Ey İbrahim, Allah oğlun İsmail'i kurban etmeni istiyor.
Hz. İbrahim vücudunun her zerresinde oluşan boncuk boncuk terler arasında korkuyla uyandı. Gördüklerinin gerçek olup olmadığını düşündü. Bu rüya Allah'tanmı idi, yoksa şeytandan mı? Bir türlü karar verememişti.

Ancak içine şüphe düşmüştü. Ertesi gün aynı rüyayı bir defa daha görmüştü. Bu defa rüyanın Allah'tan olduğuna kanaat getirmeye başlamıştı. Üçüncü günde aynı rüyayı görünce artık kalbinde en ufak bir şüphe dahi kalmamıştı. Bu kesin bir emirdi. Ve oldukça   büyük bir imtihandı. Yüce Allah; İbrahim'i kendine "Halil" yani; dost seçmişti. Şimdi de onun bu   dostluğa layık olup olmadığını imtihan etmek istiyordu. Yüce Allah, onu sevdiği, en kıymetli varlığı olan oğlu ile imtihan edecekti.
Bu meseleyi oğluna nasıl açıklayacaktı. Acaba oğlu ile hanımı bu durumu nasıl karşılayacaktı. İtaat ederlerse problem olmayacaktı. Ya itiraz ederlerse ne olacaktı.

O vakit Yüce Allah'ın azabından kurtulamazlardı. Bu imtihan yalnız Hz. İbrahim için değil, oğlu ve hanımı içinde geçerliydi. Biri Allah yolunda canını feda edecek, digeri ise biricik oğlunu.
Baba oğul sık sık daga odun kesmeye giderlerdi. Yine
bir sabah, Hz. İbrahim oğluna ip ve bıçak almasını,
birlikte oduna gideceklerini söyledi. Baba oğul
yanlarına ip bıçak ve balta alarak yola koyuldular.  •
Mina mevkiine gelince, Hz. İbrahim gördügü rüyayı
yavaş yavaş ogluna anlatmaya başladı. Allah
tarafından imtihana tabi tutulduklarını anlatmaya        ,
çalışıyordu. Hz. İsmail'de babasının anlattıklarından
sonra, en ufak bir korku ve telaş, olmamıştı.
Hayatı veren Allah değilmiydi? Sahibi O olduğuna
göre yine O alacaktı. Ama erken, ama geç. Üstelik
bundan daha şerefli bir ölüm olabilirmiydi?

Hz. İsmail tam bir teslimiyet ve tevekkül içindeydi.
- Babacığım, hiç endişelenme. Her ne ile emrolundu isen onu yap. Allah'ın izni ile beni sabreden biri olarak göreceksin.
Oğlunun bu cevabi; İbrahim aleyhisselämı hem sevindirmiş, hem de duygulandırmıştı. Oğlunu şefkatle süzerken, gözlerinden bir kaç damla yaş akmıştı. Ogluyla gurur duyuyordu. Birden önlerine şeytan çıkmış, babalık şefkatini tahrik ederek, kalbine vesvese vermeye başlamıştı. Şeytan, habire gördüğü rüyanın yalan olduğunu, biricik oğluna kıymaması gerektiğini söyleyip durdu. Ancak Hz. Ismail'de aynen babasının yaptığı gibi, şeytariı taşlamış ve yanından kovmuştu.

Hz. İbrahim oğlunu sağ yanına yatırarak, Yüce Allah'ın emrini yerine getirmeye başladı. Bıçagı görüp acı duymasın diye de gözlerini bağlamıştı.
Hz. İbrahim, İsmail'in boynuna sürmek üzere "Bismillah" deyip bıçağı çekmişti. Bıçağı Hz. İsmail'in boynuna   sürünce, bıçak kesmeyiverdi. Çünkü, Allahü teälänın istegi; Hz. İsmail'in kurban edilmesi değildi. Bu olay ile Hz. İbrahim ve ailesinin sadakat ve sabırlarını meleklere ve bütün insanlığa göstermek istiyordu. Bu bir dostluk ve bağlılık sınavı idi. Bıçağın kesmediğini gören Hz. Ismai! babalık şefkatinin ağır geldiği için, babasının bu işi yapmadığını düşünerek, kendisini yüzükoyun yere yatırmasını söyledi. Babasıda öyle yapmıştı.

Ismail'i yüzükoyun yere yatırıp bıçağı yeniden indiriyorken, duyduğu ses ile durmak zorunda kaldı.
- Ey İbrahim, Allah'a ne kadar bağlı bir kul olduğunu
ispatladın. Dur artık İsmail'i kesmene lüzum yok. Hz.
İbrahim başını kaldırıp, sesin geldiği yere yani yukarı
bakınca, elinde kurbanlık bir koc ile Cebrail
aleyhisselâmı gördü.
- Ey Ibrahim bu koç kırk senedir cennette beslenmektedir. Şimdi oglun İsmail'in yerine onu kurban etmen için yeryüzüne gönderildi.
Hz. İbrahim sevinç içinde oğlunun gözlerini çözdükten sonra, koçu alıp kurban etti ve Allahü teâlâya şükretti.

O günden itibaren bütün müslümanlar, Hz. İsmail'in kurtuluşunu kutlamak ve Allah'a şükran borçlarını ödemek için, kurban kesmeye başlamışlardı. Kurban kesmek vacib olan bir ibadet olarak kıyamete kadar devam edecektir.
Hz. İsmail gençlik çağına gelince, cürhüm kabilesinden bir kız ile evlendi. Annesi Hacer ise 90 yaşında vefat etmişti. Hz. İbrahim yine bir gün, Mekke'ye geldiğinde, oğlu Hz. İsmail'e ilâhi vahip gereği Kabe'yi yapmaları gereğini anlattı.
Bunun üzerine Hz. İsmail taş getiriyor, babasıda inşaatı yapıyordu. Kabe'nin inşası bittikten sonra bütün müminler, Hz. İbrahim'in imamlığında haccettiler. Böylece Hac mümimlere farz kılındı.

Ancak hidayetten nasibi olmayanlara ise hiç bir söz .
fayda etmiyordu.
Ismail aleyhisselâmın ömrü tevhid mücadelesini
yaymak uğrunda geçti. Hayatında kendisine iman
edenlerin sayısı oldukça çoğalmıştı. Yüz seksen yıllık
ömrünün, sonlarına doğru gözlerine perde inmişti.
Gözlerine perde inen üç peygamberden biriydi. Vefat
ettikten sonra Halilürrahman'da babası İbrahim
aleyhisselâm yanına defnedildi.

Hz. Ishak


Hz. İbrahim ikramı çok severdi. Bu yüzden evinde misafir, hiç eksik olmazdı. Misafir olmadığı zamanlar, kendisi çarşıya çıkar, ikram edecek kimseler arardı.
Günlerdir, İbrahim aleyhisseläma hiç kimseler ugramamıştı. Hasretle misafir gözlediği bir günde, kapısı çalınıvermişti. Kapıyı açtığı vakit, kılığından kıyafetinden yabancı olduğu belli olan üç yakışıklı genç ile göz göze gelmişti.
Bunlar, Yüce Allah tarafından Sedom ve Gamora'yı heläk etmekle görevlendirilmiş meleklerdi. İnsan suretinde görünmüşlerdi. Buraya ise İbrahim aleyhisseläma, doğacak ogulları İshak'ın müjdesini
vermeye gelmişlerdi.
İbrahim aleyhisseläm onların melek olduğunu
bilmiyordu. hemen onları güzel bir yere oturttu. Misafirlerine kibar ve nazik davranıyor, onları memnun etmek için, olağanüstü çaba harcıyordu.


Evde daha önce pişirilmiş dana eti vardı. Sofraya getirip buyur etti. Ne var ki misafirler sofraya yanaşmaya pek hiyetli değillerdi. Hz. Ibrahim onların çekindiğini sanarak, sofraya gelmeleri için yeniden ısrar etti. Ancak misafirler sofraya uzanmıyorlardı.
Hz. İbrahim birden kuşkulanmıştı. bunlar niçin yemiyor? Yoksa fena bir niyetleri mi vardı?


Melekler Hz. İbrahim'in endişelendiğini hissetmişlerdi. Onun endişesini gidermek için ortamı yumuşatmaya çalıştılar.
- Biz parasız yemeyiz. Yedigimiz yemeğin ücretini veririz.
Hz. İbrahim; "Bu yemeğin ücreti: Başta "Bismillah sonunda Elhamdülillâh demektir" cevabını vermişti. Cebrail aleyhisselâm bu güzel cevab karşısında tebessüm ediverdi.


- Bu zat Allah dostu olmaya gerçekten läyık. Hz. İbrahim bu cevabı duyunca rahatlamış, misafirlerinin öyle sıradan kimseler olmadığını anlamıştı. Zaten meleklerde onun bu merakını hemen giderdiler.
- Bizden korkma, ey İbrahim. Biz korkulacak kimseler değiliz. Insan suretine girmiş melekleriz. Sana hayırlı bir müjde getirdik. Çok yakında ilim ve kemal sahibi bir oglun olacak. Adını ise "İSHAK" koyacaksın.


İshak: "Sevinçle güldüren" anlamına gelmekteydi. Bu isim bizzat Allah (C.C.) tarafından melekler vasıtasıyla Hz. İbrahim'e bildirilmişti.
Hz. İbrahim çok şaşırmıştı. Ancak bu müjdeyi duyan Hz. Sare daha büyük bir şaşkınlık yaşıyordu. Çünkü gençliğinden beri hiç doğum yapmamış bir kadındı. Elinde olmadan çığlık atmıştı.
"Ben mi doğuracağım? Ben ihtiyar bir kadın kocamda ihtiyarlamışken nasıl doğurabilirim.


Doğrusu bu şaşılacak bir şey." Melekler:
- Ey Sare hatun, Ey İbrahim aleyhisselâm! siz bu işe bu kadar hayret etmeyin. Yaşlandık diye ümitsiz olmayın. Bu verdiğimiz haberi kendimizden         vermiyoruz. Rabbimizin bize söylediklerini size bildiriyoruz. Bu durumda haberin doğruluğundan şüpheniz olmasın.


Allah'ın rahmet ve bereketi, geçmişte olduğu gibi bundan sonrada üzerinizde olacaktır.
Hz. İbrahim Allahü teâlâya hamdü senalar etti.
Ey Allah'ın elçileri buraya gelmekteki maksadınız sadece bu müjdeyi vermek için mi? Yoksa başka bir görevinizde varmıdır?
- Biz hak dinden çıkarak, anlaksızlakta çok ileri giden günahkâr bir kavmi helâk etmek için geldik buraya.


Hz. İbrahim meraklanmıştı.
- Hangi kavimdir bu acaba?
- Lut kavmidir.
Hz. İbrahim bu cevap üzerine telaşlanmış, çok da üzülmüştü.
- O kavmin içinde Lut'da var. O Allah'ın iyi bir kuludur. Onu da mı heläk edeceksiniz?
Biz o beldede bulunanları gayet iyi biliriz.


Elbette Lut ve Ona inananlar, heläktan kurtulacaklardır. Ancak Lut'un hanımı hariç, cünkü O Lut'a karşı çıkıp, kavminin yaptıklarına taraftardır.
Hz. İbrahim; Lut aleyhisselämm ve ona tabii olan müminlerin kurtulacağına çok sevinmişti. Ancak heläk olacak kavme biraz daha zaman tanınsaydı diye geçirmişti içinden. Bu düşüncesini meleklere de açtı.
- Ey İbrahim sen onların çirkin hallerini bilmiyorsun;


Onların ıslahı mümkün değildir.
Melekler vazifelerini yapmışlar, Lut kavmine gitmek
üzere oradan ayrılmışlardı.
Günler günleri kovaladı. Aylar sonra meleklerin haber verdiği gibi, Hz. İbrahim'in, Hz. Sare'den bir oğlu dünyaya geldi. Adını İshak koydular.
Hz. İbrahim bu yaştan sonra kendisine evlât veren
Rabbine şükretti.


- Ya Rab beni ve neslimi namaz ibadetinde devamlı
kıl. Duamızı kabul eyle.
İshak aleyhisselâm büyüdü serpildi. Yüz şekli Hz. İbrahim'e çok çok benziyordu.
İbrahim aleyhisselâm ecelinin yaklaştığını hissettiği sırada, oğlu Ishak henüz evlenmemişti. Hz. İbrahim oğlunun, Allahü teâlâyı tanımayan. Kenani'lerden bir kızla evlenmesine razı degildi.


Bu nedenle hizmetçisini gönderip, Harran'dan bir kız getirmesini istedi. Hizmetçi Allah'ın izni ile Harran'a vanp. Hz. İbrahim'in kardeşinin torunu Rafka'yı getirdi. (Hz. Ibrahim'in kardeşi Nahor'un oğlu Betuel'in kızı Rafka) Hz. İshak amcasının torunu Rafka ile evlendi. Bu evlilikten ikiz çocuklan olmuştu. İlk doğana "Ays" sonrakine ise "Yakub" adını verdiler.
Hz. İbrahim'in vefatından sonra Yüce Allah Hz. İshak'ı Şam ve Filistin halkına peygamber yaptı.


İshak aleyhisseläm tam bir kalp temizliği içinde, namaz ve zekätın yerine getirilmesi için insanlara devamlı nasihatler ediyor, onları ahirete hazırlıyordu.
Hz. İshak yıllarca kavminin dünya ve ahiret saadeti için durup dinlenmeden çahşmıştır. Çogu zaman onların kalplerini yumuşatmak için, Allah'ın izni ile onlara çeşitli mucizeler göstermiştir. Kalbinde Allah sevgisi olanlar, Hz. İshak'a tabi olup onun gittiği yolu izleyip mutlu oldular.


Ileriki zamanlarda Hz. İsmail'e de peygamberlik görevi
verildi. Hz. İsmail önce kendi ehline, çoluk çocuğuna,
yakın akrabalarına, sonra kavmine, namazı zekätı,
ilähi emirleri tebliğ etmiştir. Hz. İsmail Yemen'de
oturan, Amalika'lıları irşad etmekle görevlendirildi. Bu
kavim içinde 50 yıl kalıp onları hakka davet etmiştir.
Bazıları ona iman etmişler. Bazıları da küfür ve şirkte
inat etmişlerdir. Hz. İsmail vefat edeceği sene,
Mekke'ye geldi. Oradan'da Filistin'e giderek,
babasının kabrini ziyaret etti. Kardeşi Hz. İshak'la
buluştuktan sonra kızı Sabiha'yı Hz. Ishak'ın oğlu Ays
ile evlendirdi. Daha sonra Mekke'ye döndü. Yüz otuz
yedi yaşında vefat etti. Oğulları onu annesi Hacer'in
yanına defnettiler.






SORULARLA KABİR ALEMİ
(Alıntı)


Birinci Soru:
Bir kimse öldüğünde Münker ve Nekir melekleri gelerek ona Muhammed (s.a.v.) ve onun risaleti hakkında soru sorduklarında o bu sorulara cevap veremezse Allahu Teala kıyamete kadar azap mı eder, yoksa beli bir zamana kadar mı azap eder?

Cevap:
Ayet1 ve hadislerde bildirildiğine göre muhakkak ki kafirere ve küfri nifak işleyen kimselere sonsuza dek sürecek azap vardır.
Ahmed b. Hanbel’in Bera b. Azib’den rivayet edip Ebu Uvane’nin “Kabir sualleri hakkında” adlı kitabında sahih dediği uzunca hadisin son kısmında:
“Sonra onun (kabirde azap gören kişi) için ateşten bir delik açılır. Kıyamete kadar bu delikten o kişiye duman ve azap gelir.”
Başka bir rivayette de şöyledir:
“Sonra onun (kabirde azap gören kişi) için sağır, dilsiz ve kör bir adam gelir. Onda demirden bir çubuk vardır. ayet onunla bir dağa vursa dağ un ufak olur. Bu çubukla ölüye bir darbe vurulur ve ölü paramparça olur. Sonra kabirdeki adam eski şekline döner, ve azap bu şekilde tekrarlanır.”
Ahmed ve Tirmizi’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği ve İbni Hibban’ın “Kabir sualleri hakkındaki” kitabında rivayet edip sahih dediği hadis şöyledir:

(1) Bu konuda bildirilen ayetler şunlardır:
“Onlar (kafirler) ateşen çıkmayacaklardır.”       (Bakara: 2/167)
“Deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmeyecekler.”
                                                                                            (A’raf: 7/40)
“Onlar tam olarak ölmezler. Onlardan azap da hafifletilmez. Kafirleri işte böyle cezalandırırız.”                                    (Fatır: 35/3)
“Toprağa sıkıştır denilir. O, ölü üzerine kapanır ve ölünün uzuvları, birbirine geçer. Allah onu yattığı yerden diriltinceye kadar ona bu şekilde azap edilir.”
Tirmizi’nin Ebu Said’den rivayet ettiği hadis şöyledir:
“Yer onun üzerine kapanır ta ki uzuvları birbirine geçinceye dek. Ona yetmiş tane ejderha hazırlanır. Onlardan her biri yeryüzüne bir üflese ondan hiçbir şey kalmaz. İşte bu ejderhalar o ölüye hesap için tekrar dirilinceye dek ateş püskürtüp tırmalar.”
Bu haberlerin verdiği ortak mana:
Kafirlerin herbirine değişik şekilde azap edilmesidir.
İbni Ebi’d-Dünya “Kabirler” kitabında abi’den şunu nakletti: Bir adam bir kabrin yanından geçerken kabirden çıkan birini gördü. Öyleki başka bir adam ona demirden bir sopa ile vurunca adam yerin dibine geçiyordu. Sonra tekrar mezardan çıkıyor ve bu, bu şekilde tekrar ediyordu. Bu haber Rasulullah’a ulaşınca bu olayı şöyle açıkladı:
“İşte bu Ebu Cehil İbni Hişam’dır. O, kıyamete kadar böyle azap olunur.”

İkinci soru:
Ölü mezarının yanına oturan kimseyi tanır mı? Kur’an okumasını işitir mi?

Cevap:
Bu soruda iki mesele vardır.
Birincisi: Ölünün kabrinin başına gelen kişiyi bilip, bilmemesi.
İkincisi: Okunan Kur’an’ı işitip, işitmemesidir. Soruyu yalnız kabre yakın olduğu zaman duyması veya kabirden uzak olduğu zaman duymaması diye ve Kur’an okumasını işitip, diğer sözleri işitmez diye sınırlandırmak anlamsızdır. Sorunun cevabında bunları ayrı ayrı açıklayacağız.
Ölünün mezarını ziyaret eden kişiyi tanıması ve onun söylediklerini işitmesi, tartışma konusu olan meşhur “Ölümden sonra ruhlar nerede ikamet eder?” sorusunun bir parçasıdır.
İbni Abdu’l-Bir ve diğer alimlerin rivayetine göre hadis ehlinin çoğu ruhun ölünün kabrinin etrafında olduğu görüşündedirler. Fakat bu alimler bunun şehitler için de geçerli olduğunu söylemekten çekinmişlerdir. Zira bu konuda zahirinden bunun tam aksi anlaşılan hadisler varid olmuştur. (Bu konudaki açıklama ilerideki bu soruların cevabında yapılacaktır). Nebilerin diğer bakımdan şehitlerden daha üstün olduğunda şüphe yoktur. üphesiz onların ruhları da şehitlerin ruhlarından faziletçe daha üstündür.
Bu ikisi dışındaki ruhlar mümin ve kafir olmak üzere ikiye ayrılır. Kafirlerin ruhu (daha önce geçtiği ve gelecek bazı soruların cevabında görüleceği üzere) keder, sıkıntı, tatsızlık, üzüntü ve azap içindedir.
Mü’minin ruhu ise eğer Allah’a isyan olarak ma’siyette bulunmuşsa kafirin azabından daha hafif olan bir azap içinde, eğer Allah’a itaat içinde yaşamışsa müjde ve sevinç içindedir. (Bu konudaki ayrıntılı açıklama ileride gelecektir). Sahih hadislerin zahirinden anlaşıldığına göre müminlerin ruhları yükseklerde, kafirlerin ruhları ise ateştedir.
Bu iki guruptaki ruhların da cesedle bağlantısı vardır. Fakat bu bağlantı manevi bir bağlantı olup, dünya hayatındaki ruh ile cesed bağlantısına benzemez. Bu olaya en çok benzeyen uyku hadisesidir. Uyuyanın ruhu cesedinden ayrılmıştır. Fakat ve bu bir daha dönmemek üzere olan tam bir ayrılık değildir. Burada ruhun cesedle olan bağları kuvvetlidir. Ölünün ruhu ise cesedinden tamamen ayrılmıştır. Fakat ruh ile beden arasında mü’min için nimetleri hissedecek, kafir içinse azabı hissedecek bir bağlantı kalır. Ehli Sünnetin tercih ettiği görüşe göre ruhlara verilen nimet ve yapılan azap beden tarafından da hissedilir. Buna göre berzah alemindeki nimet ve azap hem ruh, hem de bedene tattırılır.
Ehli Sünnet’ten bir kısmı ise bunun sadece ruha tattıralacağını söylerler. Bazı kitaplarda tercih edilen görüşü destekleyen manevi mütevatire2 ulaşmış birçok rüyalar yer almaktadır. Ebubekr İbni Ebi’d-Dünya “El-Kubur” kitabında Ebu Abdulah b. Mendeh “er-Ruh” kitabında Abdul Bir “el-İstizkar” kitabında Abdul Hak “el-Akibeh” kitabında ve diğer alimlerin kitaplarında bu hususta bir çok rüyalar nakledilmiştir. Bu rüyalar delil derecesine yükselmese de, eğer bu konuda bir delil yoksa bir tercih unsuru olabilir.
Bunu bu şekilde açıkladıktan sonra azap ve nimetin hem ruh, hem de bedenle tadılacağı hususunda şöyle söylüyorlar: Ölü kendisini ziyaret edeni bilir ve yanında Kur’an okuyanı da işitir. Çünkü ruh bedenden ayrılmadığına göre ölünün ziyaret edeni tanıması ve Kur’an okuyanı işitmesinde engel teşkil edecek birşey yoktur.
Azab ve nimetin sadece ruhlara tattıracağı görüşünde olanlar ise:
“Ölü ziyaret edeni tanıyamaz, Kur’an okuyanı işitemez” demiyorlar. Ancak bu görüş sahiplerinden bazıları; “Azap gören ruhların azabla, nimetlendirilen ruhların da nimetle meşgul oldukları için bunları işitmeyip, tanımayacaklar” derler.
Bunu söyleyenler azdır ve meşhur olan bu görüşün aksi olan görüştür. (Dördüncü sorunun cevabında bu tercih edilen görüşü kuvvetlendiren bazı şeyleri Allah’ın yardımıyla zikredeceğiz). 
Üçüncü Soru:
“Ölü için sadaka verme, köle azat etme, kurban kesme ve vakıf olarak birşey bırakma gibi hayırlı amellerin sevabı ölmüş kimseye ulaşır mı?”

Cevap:
Ehli sünnet alimlerinin çoğunluğuna göre ölü için sadaka vermenin sevabı ölmüş kimseye ulaşır. Ve ona fayda verir.
Bid’atçilerden bazıları ehli sünnetten ayrıldılar ve şöyle dediler:
“Ölen kimse için kendi yaptığından başka hiçbir şey fayda vermez.”
Fakat ölü hakkında sadakanın fayda vereceği meşrudur ve sahih haberlerle sabit olmuştur. Ve ölü bundan yararlanır. Bununla ilgili haberler Buhari ve Müslim ve diğer kitaplarda geçmektedir. Müslim’in sahibinin mukaddimesinde İbni Mübarek’ten nakledildiğine göre ölü için verilen sadakanın ona fayda vereceği konusunda ihtilaf yoktur. Alimler, mü’minlerin ölüye yapacakları istiğfar ve duaların ona fayda vereceğinde icma ettiler. Bu icma bid’atçilerin ölüye ancak hayatında yaptıkları fayda verir, diye sınırlandırdıkları şeklindeki görüşü reddeder.
Ölü için yapılan şeylerden sadaka, ona fayda verdiğine göre köle azadı, kurban yahut vakıf da sadaka gibidir ve ölüye fayda verme açısından aralarında hiçbir fark yoktur.
Ehli Sünnet alimleri bedenle yapılan ibadetler hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Seleften ve hanefilerden bazıları Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivayete dayanarak ölü için yapılan bedeni ibadetlerin de ölüye fayda vereceğinin sahih olduğu görüşündedirler.
Diğer alimler ise bu konuda aksi görüştedirler.
Buhari, Müslim’de (İmam Malik ve afii gibi) geçen hadiste Aişe’den (r.a.) şöyle rivayet edilmiştir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse velisi onun oruç borcunu tutsun.”
İbni Abbas’tan şöyle rivayet edildi.
Rasulullah’a (s.a.v.) bir adam geldi ve şöyle dedi:
“Benim annem bir aylık oruç borcuyla öldü. Onu kaza edeyim mi?” Rasulullah (s.a.v.):
“Evet kaza et” buyurdu. 3
Yine onun gibi şu hadis de buna delalet eder;
Büreyde (r.a.) diyor ki: “Bir kadın Rasulullah’a (s.a.v.) gelip şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Rasulu annemin bir ay oruç borcu vardı. Onu kaza edeyim mi?” Rasulullah (s.a.v.):
“Evet onun oruç borcunu tut.” dedi. Kadın:
“Annem haccetmemiş idi, onun yerine haccedeyim mi?” Rasulullah (s.a.v.):
“Evet onun yerine haccet” buyurdu.4
Hacc hakkında İbni Abbas’tan Buhari’de rivayet edilen hadis de bunun gibidir. Hacc gibi bazı bedeni ibadetlerin ölüye fayda vereceği kabul edildiğine göre diğer bütün bedeni ibadetlerin de ölüye fayda vermesine engel ne olabilir?
Bütün müslümanların icması şudur ki: Borçlu olarak ölmüş bir kişinin borcu başkaları tarafından ödenmiş olsa bu ödeme ölüyü borçtan kurtarır. Hatta bu borcu mirasçılarından başka kimseler ödese bile bu geçerlidir.
Buhari ve Müslim’de şu rivayet geçmektedir:
“Ebu Katade (r.a.) bir kişinin iki dinarlık borcuna kefil oldu. Daha sonra kefil olduğu bu adam öldüğünde Ebu Katade ona aid borcu ödeyince Rasulullah (s.a.v.) ona:
“İşte şimdi onun derisine serinlik verdin” dedi.
İbni Hamden el-Hanbeli “Reaya” kitabında ölüye fayda versin diye, Allah’a yaklaşmak için yapılan herşeyin ölüye fayda vereceğini açıklamıştır. Bu amel ister mali olsun, ister bedeni olsun farketmez. Sadaka, köle azadı, namaz, hacc, Kur’an okuma gibi bütün amellerin sevabı ölüye fayda verir demiştir.
Sonra şöyle devam etti: Denildi ki bu amel işlenirken veya işlenmeden önce ölüye faydalı olsun diye yapmaya niyet edilirse bu ölüye ulaşır. Fakat amel yapıldıktan sonra sevabı ölüye olsun diye niyet edilirse olmaz. Hanbeli’lerden bazı alimler böyle bir şart koşarlar. Delilleri ise Rasulullah’ın (s.a.v.) ölü için hayır yapmak isteyen bir kişiye hiçbir zaman: “Allah’ım bu amelin sevabını şu kimseye ver, şu kimseye verme” diye söylemesini emretmemesidir.
Selefin de bir amel yaparken böyle şeyler söylediği nakledilmemiştir:
“Bazı alimler: “Bir ölü için bir amel yapılacaksa o amele başlarken ölü için niyet edilmesi şarttır, şayet amel bittikten sonra niyet edilirse bu geçersizdir” demişlerdir.
Bazı alimler şöyle demişlerdir:
“Amel yapıldıktan sonra amelin sevabını ölüye bağışlanması geçerlidir. Zira kişi ibadet ettikten sonra şöyle dua eder: “Allah’ım! Bu amelin sevabını falan ölüye ulaştır.” Bundan dolayı bu alimler amele başlamadan önce ölü için niyet etmeyi şart koşmamışlardır. Doğru olan Rasule ittibadır.
Bu konuda; niyeti, amelin başlangıcında şart koşan görüş tercih edilir. Çünkü ameller niyetlere göredir. (İnşallah bu soruların sonuna doğru bu konuda daha geniş açıklama gelecektir.)
Dördüncü Soru:
Kur’an okumanın sevabı ölüye ulaşır mı? ayet ulaşırsa kabir yanında okunduğu zaman mı, yoksa uzakta okunduğunda mı ulaşır? Ve ölü okuma sevabının tamamını mı, yoksa dinleme sevabını mı alır?

Cevap: Burada iki mesele var. Bu meselelerden birincisi, ikinci meselenin bir parçasıdır.
Ben bu konuda Hanbeli mezhebinin şu görüşünü tercih ettim.
Okuyucu, ölü için niyet edip okumaya yöneldiğinde okuduğu Kur’an ölüye fayda verir ve sevabı da ona ulaşır.
Bazı alimler şöyle dedi: “Okumanın başında ölü için okumaya niyet etmek şart değildir. Bilakis önce okuyup sonra bunun sevabını ölüye hediye ederse bu sevap ölüye ulaşır. Daha önce zikrettiğim gibi birinci görüş tercih edilmiştir.
Bu iki görüş arasında yani Kur’an’ın kabirde okunmasıyla kabirden uzakta okunmasının sevabının ölüye ulaşması hususunda fark yoktur. Her iki durumda da okumanın sevabı ölüye ulaşır.
Bazı afii’ler ölü ancak dinleme sevabı alır dediler. Bu görüşün iki kurala dayandığını söylediler.
Birincisi: Sevabı hediye etmek sahih değildir.
İkincisi: Ruhlar kabirlerin etrafındadır.
Azaplanmayı ve nimetlenmeyi bedenlerinin hissetmesi sebebiyle ölülerin ruhları, kabirle ve bedenle manevi bir birleşmeyle birleşmişlerdir.
(Bedenin azap ve nimeti hissetmesinin sabitliği daha önce açıklanmıştı.)
Bunun için ölü okumayı duyar ve duyunca da dinleme sevabı ona ulaşır. Bu söz, söyleyen kişiyi çıkmaza sokar. Çünkü ölünün idraki ve duyuşu mükellef kişilerin (dirilerin) idraki gibi değildir. Bu konuda Allah’ın fazlına ihtiyaç duyar. Allah isterse ölüye duyma nimetini verebilir.
afiilerden bazıları okuma sevabı konusunda başka bir görüş ileri sürdüler. Kur’an okurken ölü için niyet edilirse bu doğru olmaz.
Eğer önce kendisi için okur, sonra bu sevabın ölüye ulaşması için Allah’a dua ederse ölüye sevabın ulaşması bu şekilde mümkün olur. Zaten bu da dua hükmündedir. Onun işi Allah’a kalmıştır, isterse onun duasını kabul eder, isterse kabul etmez. Bu söz onlarda şu sözü söyleyen kimsenin sözüne zıt değildir. Sevabı hediye etmek doğru değildir. Çünkü kul, mal konusunda hibe etme hakkına sahip olduğu gibi, ibadetler (sevap) konusunda herhangi bir tasarruf hakkına sahip değildir. Çünkü burada okuma sevabının ölü için olmasını amaçlıyor, veya sevabını ölüye verdim diyor. Bu görüş daha önce zikredilen duaya zıttır. Daha önce de geçtiği gibi sevabın ölüye ulaşması kesin değlidir. Kabirde Kur’an okuma hakkında sahabelerden gelen rivayetler azdır. Fakat dört mezhep zamanından günümüze kadar müslümanlar Kur’an’ı ölünün mezarının yanında okumayı sürdüregelmişlerdir.
Ahmed İbni Muhammed İbni Harun Ebubekir il-Hilal bu konuda “Cami” kitabında şöyle dedi:
“Abbas İbni Ahmed id-Devri bize şöyle dedi:
“Ahmet İbni Hanbel’e kabirlerin yanında Kur’an okumak konusunda birşey bilip, bilmediğini sordum.
“Bilmiyorum” dedi. Sonra dediki:
“Yahya b. Muin’e sordum. Mübeşşir b. İsmail el-Halebi’den şöyle dedi:
“Abdurrahman İbnil Ala b. El-Lahlah’ın babasından şöyle dedi:
“Babam dediki:
“Ben öldüğüm zaman beni lahite koy ve Allah’ın adıyla Rasulullah’ın sünneti üzere de başımın yanında Bakara’nın başlangıcını ve sonunu oku.
Ben İbin Ömer’in de bu şekilde vasiyet ettiğini duydum.
Sonra Hilal başka bir rivayette şöyle dedi:
“Ahmed İbni Hanbel’e bir cenazede iken ölü defnedilince, kör bir adam kabrin yanına gelerek Kur’an okudu. Ahmed b. Hanbel ona şöyle dedi:
“Ey adam kabrin yanında Kur’an okumak bid’attir.”
Muhammed İbni Kuddeme ona şöyle dedi:
“Ey Eba Abdullah! Mübeşşir el-Halebi hakkında ne diyorsun?” Ahmed b. Hanbel dedi ki:
“Güvenilir bir zattır.” Ona Mübeşşir’il-Halebi’nin daha önceki yukarıda zikredilen hadisini zikredince Ahmed b. Hanbel (r.a.) ona şöyle dedi:
“Adam git ve okumasını söyle.”
Hilal aynı şekilde şöyle demiştir:
“Ebubekr el-Mervezi bize şöyle demiştir:
“Ahmed İbni Muhammed İbni Hanbeli’yi şöyle derken işittim:
“Kabirlere girdiğiniz zaman: Fatiha, Felak, Nas ve İhlas surelerini okuyun ve okuduklarınızı kabir ehline hediye edin, böylece bu okuduklarınızın sevabı onlara ulaşır.”
Aynı şekilde Zaferani’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “fiafii’ye (r.a.) kabri yanında Kur’an okuma hakkında sordum” O şöyle dedi:
“Bir sakınca yoktur.” Zaferani güvenilirdir ve fiafii’nin eski görüşünü rivayet etmiştir ve fiafii’den rivayet ettiği bu rivayet gariptir. fiafii’nin yeni görüşünde eski görüşüne muhalif bir şey varid olmadıkça eski görüşüyle amel edilir, fakat fiafii’nin Kur’an’ın sevabının ölüye ulaştığını söylediği yeni görüşü şöyledir:
“Kur’an zikrin en şereflisidir. Zikir zikredildiği yer için bir bereket sağlar ve bu bereket orada bulunanlara yayılır” Bu görüşün temeli şuna dayanmaktadır: Kabre iki hurma dikildiği zaman bunlar yaşadıkları müddetçe Allah’ı tesbih ederler. Böylece onların tesbihleri sonucu kabirde sahibi için bir bereket hasıl olur. Ve bu bereket, dallar kuruyuncaya kadar devam eder. Rivayetin bu tefsiri bazı müfessirlere göredir. Bitkilerin Allah’ı tesbih etmesinin bereketi hasıl olunca zikirlerin en şereflisi olan Kur’an ki hayvan, bitki ve cansızlardan daha şerefli olan Ademoğlu tarafından okunuyor, bilhassa okuyan salih kişi ise bu Kur’an’ın bereketinin hasıl olması tabiiki daha evladır. Allah en iyisini bilir.
İçinde Abdulhak’ın da bulunduğu bir gurup alimler ölünün duymasına, ölü hakkında selam vermenin meşruiyetini delil olarak göstererek şöyle dediler:
Eğer ölü selamı işitmeseydi onlara yapılan hitap boş ve faydasız olurdu.” Bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu, bunu gerektirmez. Namazdaki teşehhüdde Rasulullah’a (s.a.v.) hitaben selam söylenir. Elbette Rasulullah teşehhüdde ona bütün selam söyleyenleri duymaz. Mezarların yanından geçen kimsenin mezardaki mü’minlere selam söylemesi ölülerin, o selamı duymasını gerektirmez. Bu dua mahiyyetindedir. Ve “ey Rabbim! Onların üzerine selam olsun” demektir. Aynı şekilde namazda Rasule “Ey Allah’ın Rasulu! Selam senin üzerindedir” demek yani: “Ey Rabbimiz! Salat ve selamı Rasul’ün üstüne yap” demektir. Buhari ve Müslim’deki bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:asw<
“Bizim üzerimize ve salih kulların üzerine selam olsun” dediğinde bu söz bütün salih kullara ulaşır.
Aslında bu söz Allah’tan bir istemedir. O sözün manası “Allah’ım salih kullara selam söyle” manasındadır.
Beşinci Soru:
Kur’an okuyucu Kur’an’dan birşey okuduğu zaman ve onu ölülere hediye ettiği zaman bu onlara ulaşır mı yoksa ulaşmaz mı? Ve okunanı ölü işitir mi yoksa işitmez mi?

Cevap:
Bu ihtilaflı bir konudur. En iyi olan okuyucunun şöyle demesidir:
“Allah’ım eğer bu okuyuşumdaki amelimi kabul ettiysen bunun sevabını senden bir lütuf olarak filana ver.” Eğer böyle demeyip de: “Allah’ım okuduğum Kur’an sevabını filana ver” derse; bu sevabın ölüye ulaşıp ulaşmaması alimler arasında ihtilaflıdır.
Birinci söz (yani eğer Kur’an okuyuşumu kabul ettiysen bunun sevabını senden bir lütuf olarak filan kişiye ver) dua mahiyetindedir. Allah dilerse onu kabul eder, dilerse kabul etmez. Allah bunu kabul etmişse muhakkak ki ölüye fayda verir.
Altıncı Soru:
Ölü için namazdan, sadakadan veya Kur’an okumadan veya buna benzer başka iyilik çeşitlerinden hediye edilerek sunulduğunda ölü onu bilir mi? Bundan gelecek olan sevap ölünün amel defterine yazılır mı?

Cevap: Sadakanın sevabı ölüye ulaşır ama namazın ve orucun sevabının ona ulaşıp ulaşmadığı hususu ihtilaflıdır. Gerçi ölü hayatta iken tutamadığı oruçlarının velisi tarafından tutulması veya birisine tutturulması durumunda bu sevap ölüye ulaşır. Hac meselesinde de ücretle veya kendiliğinden veya ölen kişinin vasiyetiyle, ölünün hayattayken eda edemediği hac farizasının eda ettirilmesi caizdir. Ancak Kur’an okumanın sevabının ona ulaşıp ulaşamayacağı konusunda alimler arasında meşhur bir ihtilaf vardır. ehirlerin bir çoğunda ölü için Kur’an okumak adet halini almıştır. Kur’an okumasının bereketinin ölüye fayda vermesi hususunda ihtilaf yoktur.
Müslim’in sahihinde sabit olduğuna göre ölünün ancak şu üç konudaki ameli kesilmez. “Onun için dua eden salih oğul, faydalanılan ilim veya sadakai cariye” Bu hadis Sünende ve İbni Huzeyme’nin sahihinde geçmektedir.
Yedinci Soru:
Hesap ve azaptan sonra dünyada olduğu gibi birbirlerine yakın ve akraba olanlar buluşurlar mı?

Cevap:
Bu soruda bir kusur vardır. Eğer bu “hesap ve azaptan sonra” dan kastedilen kişiler cennete ve cehenneme yerleştirildikten sonrası ise böyle bir soruya gerek yoktur. Zaten cennet ehli toplanıp birbirlerini ziyaret edecek cehennem ehli ise toplanıp birbirleriyle atışacak.
Eğer “hesap ve azaptan sonra”dan kasdolunan kabirdeki sorgu ve sualden sonraki durum ise kabirdeki olaylara hesap denilemez. Allah’ın diledikleri dışında insanların çoğu kıyamet günü hesaba çekilecektir. Bazı insanlar azap görecek, bazıları ise görmeyecektir. Kabir sorgusu ve azaptan, kıyamet günü yapılacak olan sorgu ve azap kastedilmemesi gerekir.
Birçok hadiste ölülerin ruhlarının karşılaşacağına dair rivayetler vardır. Bunlardan İbnü Ebid Dünya’nın “Kubur” adlı kitabında Said ibni Müseyyeb’ten şöyle bir rivayet vardır.
O şöyle dedi! Selman’ı Farisi ile Abdullah İbni Selam karşılaştılar. Biri diğerine:
“Eğer sen benden önce ölürsen öldükten sonra benimle buluş ve Allah tarafından karşılaştığın şeyleri bana anlat. Eğer ben senden önce ölürsem seninle buluşup Allah tarafından karşılaştığım şeyleri sana haber veririm.” Diğeri şöyle dedi:
“Evet. Cennetteki ruhlar diledikleri yerlere giderler”
Sekizinci Soru:
 Günahkar olan bir kişi kıyamete kadar kabrinde azap görür mü? Yoksa sadece münker ve nekir melekleri geldikleri zaman mı azap görür?

Cevap: Bu, işlenen günahın büyük veya küçük olmasına göre değişir. Bazı ölüler affedilebilir. Bazıları afedilmez. Bazı günahkarlar azap görmeyebilir. Ve bazıları için azap sürekli olur. Bazılarından ise azap daha sonra kaldırılabilir.
Bu konuya ilişkin hadislerden örnekler vardır.
Halid İbni Urfefa ve Süleyman İbni Sard’dan Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Karın ağrısından ölen kimseye kabrinde azap edilmez.”                                        (Ahmed, Nesai, İbni Hibban)
Abdullah İbni Ömer’den (r.a.) rivayet edilen bir başka hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Cuma gecesi veya cuma günü ölen hiçbir kimse yoktur ki Allah onu kabir fitnesinden korumuş olmasın.”
                   (Tirmizi ve Hakim rivayet etti ve sahih dedi)
İbni Abbas’tan o şöyle dedi: “Bir adam kabrin üstünü örterken mülk suresini okuyan bir adam gördü. Sonra adam bunu Rasulullah’a (s.a.v.) haber verdi. Rasulullah da (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Bu sure engeldir, kurtuluştur ve bu kabirdeki kimseyi kabir azabından korur.” (Tirmizi rivayet etti ve hasen dedi)
Semura İbni Cundub’dan (r.a.) Rasulullah’ın uzun rüyasından bahseden hadiste Rasulullah şöyle buyurmuştur:
“Kendi ağzını yırtan ise işte o yalan söyleyip yalanı ufuklarda çıkıp yayılan kişidir. İşte bu yalancı kıyamete kadar bu şekilde azap edilcektir.”                    (Buhari)
Yine aynı hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Başı parçalanan kişi ise Allahu Teala bu adama Kur’an öğretmiş, bu adam geceleri uyuyup gündüzleri de bununla amel etmemişti. İşte bu kimseye kıyamete kadar bu şekilde azap edilecektir.”
Ebu Hureyre (r.a.) İsra kıssasını anlatırken Rasululah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet etmiştir:
“Başları kaya ile ezilen bir kavmin yanından geçtim. Başları ezildikçe tekrar eski hallerine dönüyorlar ve tekrar eziliyor. Onların üzerinden bu azaptan hiçbirşey kaldırılmayacaktır.” (     Bezzar, Beyhaki rivayet ettiler).
Bu gibi hadisler çoktur. Bazı günahkarlardan kabir azabının hafifletileceğine delalet eden hadislerden birisi de İbni Abbas’tan rivayet edilen iki hurma dalı hadisidir.
Kabirde bazı günahlarından dolayı azap gören ve üzerlerine Rasulullah’ın (s.a.v.) hurma dalları koyduğu iki kişi müslümandırlar. Bunların kafir olduklarına dair herhangi bir rivayet yoktur. En iyisini Allah bilir.
Dokuzuncu Soru:
fiehidlerin ruhu semada mıdır yoksa yerde midir?

Cevap: fiehitlerin ruhu istediği yere gider sonra arşta asılı olan kandillerde geceler.
İbni Mesud şöyle dedi: “fiehitlerin ruhu hakkında Rasululah’a (s.a.v.) sorduk. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“fiehitlerin ruhu yeşil kuşların içindedir. Arşta bu kuşlar için asılı kandiller vardır. Bu ruhlar cennette dilediği yerde dolaşırlar. Sonra bu kandillerde gecelerler.”                         (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Darimi)
Ahmed b. Hanbel İbni Abbas’dan (r.a.) hasen olarak şu hadisi nakletmiştir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“fiehitlerin ruhu cnenetin kapısı üzerindeki bir nehir kenarındadır. Rızıkları sabah, akşam cennetten onlara çıkartılır.”
Bu iki hadis arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü şehitlerin ruhunun kenarında bulundukları nehir cennetin kapısındadır. Müslim’de geçen hadiste ruhların geceledikleri kandillerin de cennetin kapısının yanında olma ihtimali vardır. Bundan dolayı iki hadis arasında zıtlık yoktur.
Buhari ve Müslim’de İbni Ömer’den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Her ölüye kabrinde cennetteki veya cehennemdeki yeri sabah ve akşam gösterilir ona: “İşte bu sana dirilinceye kadar hergün gösterilecektir” denilir.
Bu hadis diğer hadislerle zıtlık teşkil etmez. Çünkü bu hadis şehit olmayan kişilerin durumunu anlatıyor.
Onuncu Soru:
Müslümanların çocuklarının ruhu kendi kabirlerinin üstünde midir yoksa cennetteki İbrahim’in (a.s.) Beyti Mamur’da (cennetteki İbrahim’in (a.s.) evi) mıdır? Yoksa başka bir yerde midir? Cennette İbrahim’in (a.s.) onlara Kur’an okuttuğuna dair sabit bir delil var mıdır?
CEVAP: Kuvvetli olan görüşe göre mümin’lerin ruhu Allah’ın dilediği yerdedir. Ve kabirdeki cesetlerle bir bağlantısı vardır. Yine kabirde gördüğü mükafatı beden ve ruhlarıyla hissederler. Ruh ceset arasında olan bağlantının nasıl olduğnu bilemeyiz. Bu dünyadaki cesetle, ruh bağlantısına benzemez. Müslüman çocuklarının ruhu hakkında ise şu sahih hadis vardır: Rasulullah’ın (s.a.v.) gördüğü uzun rüya hadisinde Rasulullah (s.a.v.) müslüman çocuklar hakkında şöyle der:
“Müslüman çocuklarının ruhu İbrahim’in (a.s.) yanındadır.”
Bu hadis Buhari’de geçer. Bu hadisin hiçbir rivayetinde İbrahim’in (a.s.) onlara Kur’an okuttuğuna dair bir söze rastlanmamıştır.
Onbirinci Soru:
Kabirdeki bir ölünün yakınına veya uzağına başka bir ölü defnedildiğinde kabirdeki ölü onu tanır mı ve dünyadaki diğer olup biten şeyler hakkında, yeni gelen ölüye soru sorar mı?

Cevap: Evet. Bunun hakkında hadisler varid olmuştur. Bu hadislerden bazıları:
İbni Ebid Dünya’nın, Ebiz Zübeyr’den onun da Cabir’den rivayetine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ölülerinizin kefenlerini güzel seçin. Çünkü onlar kefenlerinden dolayı övünürler ve kabirlerinde birbirlerini ziyaret ederler.”
İbni Mübarek, Ebu Eyyüb’den mevkuf olarak rivayet ettiği ve Taberani’nin buna benzer Rasululah’a merfu olarak rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Sağ olanların amelleri ölülere gösterilir. İyilik görürlerse sevinirler ve rahatlarlar. Eğer kötülük görürlerse Allah’ım onlara hidayet ver derler.”
Bu rivayette defnedilenlerin onların yakınında veya uzağında olduğuna dair bir kayıt yoktur. Fakat sadece yakınlarında defnedilenleri duyabilmeleri de mümkündür.
İbni Ebid Dünya şöyle rivayet etti: “Osman İbni Abdullah, Said İbni Cübeyr’e şu soruyu sordu:
“Ölülere sağ olanların haberi gelir mi? Said İbni Cübeyr:
“Evet” dedi.
Bir kişi öldüğünde yakın akrabalarının haberlerini diğer ölülere ulaştırır. Mezardaki kişi haberler hayır ise sevinir, şer ise üzülür.
(Bu hadisi Tirmizi, Taberani, Enes İbni Malik’ten Rasulullah’a merfu olarak rivayet etmişlerdir).
Buhari’nin tarihinde Numan İbni Beşir’den Rasulullah’ın (s.a.v.) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Kabirlerde bulunan kardeşlerinize eziyet etme hususunda Allah’tan korkun. Çünkü amelleriniz onlara gösterilir.”
Hakim rivayet etti ve sahih dedi).
“Kabirler” kitabında İbni Ebid Dünya şöyle rivayet etmiştir. Yahya b. Abdurrahman b. Ebi Lebibe o da babasından o da dedesinden şöyle rivayet etmişlerdir:
“Bişr İbni Berra b. Ma’rur öldüğünde annesi ona çok üzüldü ve Rasulullah’a (s.a.v.) annesi şöyle dedi:
“Beni Seleme’den ölenler olarak ölüler birbirini tanır mı ki ben Bişr’e selam göndereyim?” Rasulullah (s.a.v.) ona:
“Evet ey Bişr’in annesi! Kuşların birbirini tanıdıkları gibi onlar da birbirini tanırlar.”
Bunun üzerine Beni Seleme’den bir kişi ölüm döşeğine düşse Bişr’in annesi ona gidip Bişr’e selam söyle derdi.
Taberani başka bir yoldan şöyle rivayet etti:
“Bişr’in annesi, Ka’b İbni Malik ölüm döşeğine düştüğü zaman ona gelip:
“Bişr’e selam söyle” dedi.
Bu rivayet Ebu Lebibe’nin rivayetini desteklemektedir.
Sufyan İbni Uyeyne, Amr İbni Dinar’dan o da Ubeyd İbni Umeyr’den şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“Kabir ehli sağ olanların haberlerini beklerler. Bir kişi öldüğünde ona gelirler ve:
“Filanın durumu nasıl?” diye sorarlar. O da:
“Salih bir kişidir” diye cevap verir.
“Peki falan kişi ne yaptı?” derler. O da:
“O size gelmedi mi?” der. Onlar:
“Hayır bize gelmedi” derler. O da:
“Biz Allah’a aidiz ve ona döneceğiz” dedikten sonra:
“Demek ki bu bizim yolumuzdan başka bir yola gitti” derler. Bu rivayet Ubeyd İbni Umeyr’in sözüdür. Ubeyd İbnü Umeyr; tabiin alimlerinin en büyüklerinden birisidir. Ona ulaşan senet sahihtir. Bu gibi kişiler kendi görüşlerinden birşey söylemezler. Bu rivayet mürsel hükmündedir.
Nesei’ni Ebu Hureyre’den Rasulullah’a merfu olarak rivayet ettiğibuna benzer bir rivayeti vardır. Bu rivayetin sonunda şöyle bir ibare vardır. “Onlar yeni ölen kişiye: “Filan kişi ne haldedir?” diye sorduklarında yeni kişi:
“O daha size gelmedi mi?” diye sorunca onlar:
“Hayır” deyince, yeni ölen kişi:
“Demekki o cehenneme gitti” der.
İbni Mübarek’in Ebu Eyyüb’den Rasulullah’a merfu olan buna benzer bir rivayeti vardır.
Taberani Ebu Eyyüb’den şöyle rivayet etmiştir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Mü’min kişi ölünce salih kullar bu kişiyi müjdeleyici bir kişinin karşılandığ gibi karşılarlar ve birbirine onu rahat ettirelim derler. Sonra ona: “Filan erkek ne yaptı? Filan kız ne yaptı? Evlendi mi? diye sorarlar. Fakat ondan önce ölmüş olan bir kişi hakkında sorduklarında; “O cehenneme gitti” der.”1
(1) Taberani Kebir’de ve el-Evsat’ta zayıf senetle rivayet etti. (Mecma ez-Zevaid, İbni Hacer el-Heytemi).
Bir rivayetlerden anlaşılıyorki ölülerin ruhu birbirleriyle buluşurlar ve konuşurlar. Fakat bu, dünyadaki buluştukları gibi değildir.
Çünkü Berzah hayatı (kabir hayatı) dünya hayatına benzemez. Dolayısıyla orada olan olaylar dünyadikelere benzemez. Alah daha iyi bilir.
Onüçüncü Soru:
Kabirdeki iki sorgu meleği herkesin kendi dili ile mi sorar? Yani Türke veya Farisi’ye farsça ile mi? Yoksa sadece Arap dili ile mi sorulur. Eğer Arap dili ile sorulursa arapça bilmeyen kişiye arapça mı öğretilir? Sağda ve solda bulunan yazıcı iki melek insaın başından geçen olayları arapça mı yazar, yoksa başka bir dil ile mi yazar?

Cevap: Sorgu melekleriin hangi dille soracağına dair bir nakil bilmiyorum. Fakat yazıcı iki melek de, hakkında yazmak için görevlendirildiği kişinin dilini bilirler. Bu kesindir. Fakat yazarken o dille veya başka bir dille yazabilirler. Zayıf hadiste rivayet olunduğuna göre “Cennet ehlinin dili arapçadır.” Buna dayanarak melekler o kişinin söylediklerini bilip bunu arapça yazabilirler. Çünkü melekler ne yazdığını bilir.
Sorgu meleklerinin sualininse sahih bir hadisin zahirine göre arapça olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu hadiste sorulana şöyle derler:
“Bu adam (yani Muhammed) hakkında neye inanıyorsun?” veya kişiye kendi lisanı ile hitap edilmesi de mümkündür.
Ondördüncü Soru:
Çocuklar için olan sorgu bütün çocukları mı kapsar yoksa sadece müslüman çocuklar için midir?

Cevap: Müslüman çocuklara hesap yoktur. Müşrik çocuklara ise hesap var-yok hususu ise ihtilaflı meseledir.
Kimisi: “Onların hükmü müslüman çocuklarının hükmü gibidir” der.
Bazılarıda: “Hayır. Onlara hesap vardır” diye hüküm verir. Çünkü onlar hakkında varid olan kuvvetli bir hadiste olduğu gibi; Tebliğ ulaşmamış ve onun gibiler mahşerde imtihan olunur. En iyisi bu konuyu Allah’a bırakmaktır. Ta ki dayanacak delil oluncaya kadar herkesin üstüne farz olup dünyada yapılması gereken şeylerle ilgilenmek bu meseleyle ilgilenmekten daha önemlidir.
Onbeşinci Soru:
Kabirde çocuğa soru sorulur mu yoksa sorulmaz mı? Eğer sorarlarsa münker ve nekir melekleri onlara ne sorar? Buluğ çağına girenlere ne sorulur?

Cevap: Kabir sorgusu buluğ çağındakileri içindir.

Onaltıncı Soru:
Öldükten sonra sorgu melekleri geldiğnide ruh bütün bedene girer mi yoksa bedenin bir kısmına mı girer?

Cevap: Evet, ruh bütün vücuda girer fakat bu, ancak onun oturmasına müsade eder, yoksa ayağa kalkmasına müsade etmez.

Onyedinci Soru:
Müslümanların ölen çocuklarınnı beraberinde anne ve babası olmaksızın cennete girmeyecekleri doğru mudur?
Yine müslümanların ölen çocuklarının mahşer gününde altın ya da gümüş taslarla anne ve babalarını sulamaya çalışacakları doğru mudur?

Cevap: Soruda zikredilen çocuklar hakkında haberler varid olmuştur. Bu haberlerin1 tümü cennete sokma ve sulamanın ancak Allah’ın dilediği kimseler için geçerli olduğnu göstermektedir.
(1) Ebul Hasan dediki: “Ben Ebu Hureyre’ye hitaben:
“Benim iki oğlum öldü. Sen bize Rasulullah’dan (s.a.v.) ölülerimiz hakkında gönüllerimizi hoş edecek bir hadis söylemez misin?” dedim. Ebu Hureyre cevbaen şöyle dedi:
“Evet söylerim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Onların küçükleri cennet halkının cennetten hiç ayrılmayan küçükleridirler ki, onların biri babasını yahut anne ve babasını karıştılar da benim, senin şu elbisenin kenarlarından tutuşum gibi (Rasulullah (s.a.v.) burada eliyle o tutuşu işaret edip göstermiştir) elbisesinden tutarv e artık Allah onu babasıyla beraber cennete sokuncaya kadar hiç bırakmaz.”                                                        (Müslim)
Onsekizinci Soru:
Ölünün ruhu dünyadaki gibi görüp işitir mi? Bazılarınnı dediği gibi onların görme ve işitmesi mevcut mudur?

Cevap: Ölünün ruhu işitir ve görür fakat bu işitme ve görmenin dünyada iken mevcut olan gibi olması gerekmez. Allah ona görüp işitecek, elemi ve nimeti hissedecek bir idrak bahşeder.
Ondokuzuncu Soru:
Kabir ölünün üzerine, işlemiş olduğu amellere göre genişleyip daralır mı?

Cevap: Evet ameline göre kabir ölüye genişler yine aynı şekilde daralır. Fakat bu, şu kişi için daralır, şu kişi için genişler denemez. Allah dilerse kulunu affeder, dilerse cezalandırır. Dilerse de onu bunlardan başka şeylerde cezalandırır. Zira “O yaptığından sorulmaz.”1
(1) Ebu Hureyre’den (r.a.) şöyle rivayet edilmiştir:
“Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ölü defnedildiği zaman siyah (tenli) ve mavi (gözlü) iki melek gelir. Birine Münker ve öbürüne Nekir denir. Müteakiben bu iki melek o kimseye şöyle sorar:
“Bu adam (Muhammed) için ne demiştin? Bunun üzerine o (ölmeden önce) söylediğini aynen söyler.
“O Allah’ın kulu ve rasulüdür. Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve Rasulu olduğuna şehedat ederim.” Sonra o iki melek:
“Senin böyle söyleyeceğini esasen biliyorduk” derler.
Sonra onun kabri yetmiş arşın murabba (kare) genişletilir; sonra aydınlatılır ve sonra kendisine:
“Uyu” denir. O da:
“Aileme dönüp onlara haber vereyim mi?” der. O iki melek:
“Gelin, güvey gibi uyu! Ki onu ailesinden elbet en çok seven kişi uyandırır” dediler. O kişi Allah onu o yatağıdan mahşere kaldırıncaya kadar (rahat, rahat) uyur. ayet şeyi söyledim; bilmiyorum” diyecek. Bunun üzerine iki melek:
“Senin esasen bunu söyleyeceğini biliyorduk” derler. Sonra toprağa:
“Çullan onun üzerine” denir. Toprak onun üzerien çullanır.  “Bu ne” denir. Toprak onun üzerine çullanır. (Bu çullanma neticesinde) yan kaburga kemikleri yerlerinden oynar ve Allah onu o yatağından mahşere kaldırıncaya kadar toprakta devamlı azap içinde kalır.” (Tirmizi)
Yirminci Soru:
Kabir küçük büyük her ölüyü sıkıştırır mı?

Cevap: Evet kabrin her ölüyü sıkıştırdığına dair sahih rivayetler vardır.1
(1) İbni Abbas şöyle rivayet etti: Saad İbni Muaz defnedildiğinde Rasululah (s.a.v.) onun kabrinin yanında şöyle dedi:
“Kabir sualinden kurtulan olsaydı Saad İbni Muaz kurtulurdu. Kabir onu bir sıkıştırdı sonra gevşedi. (Taberani sahih senedle rivayet etmiştir).
Yirmi ikinci soru:
Ana babanın çocukları için ağlamaları haram mıdır, mekruh mudur? Ve bu yüzden ölü, küçük olsun büyük olsun acı çeker mi? Çocuğun, ölen anne babası defnedilirse onların arkasından ağlaması mübah mı, dır yoksa değil midir? Onların arkasından sesi aşırı olmaksızın ve iyiliklerini saymaksızın ağlarsa sevabından mahrum olur mu? Cennette hamd evi ölünün arkasından ağlayan kişi için mi yoksa sabreden kişiler için mi yapılır? Bir kişinin bir veya birden fazla çocuğu ölürse kişi yalnız sabrettiği zaman mı ona ateşten bir koruyucu olurlar yoksa sabretmese de ona ateşten bir koruyucu olurlar mı?

Cevap: Babanın ölen çocuğuna ağlaması, çocuğun ölen babasının arkasından ağlaması defnetmeden önce de sonra da mekruh değildir.1
Fakat ağlamayla birlikte feryat, yanaklarını dövme, elbiselerini yırtma, söylenmemesi gereken sözleri söylemek olursa bu caiz değildir.2 Çocuğu ölen kişi sabrederse ve ona isabet eden şeylerin Allah’ın takdiriyle olduğuna inanırsa; gözleri ağlayıp  kalbi üzülse de Allah’a hamdederse Allah (c.c.) meleklere buna cennette hamd evi inşa edin der. Bir, iki veya üç çocuğu ölüp de feryat etmeyip sabredenkişilerin faziletleri hakkında çok rivayetler vardır.3 Tabii bu sevaplar yalnız saberedneler içindir.
(1) Enes (r.a.) şöyle demiştir:
“Bir kere Rasulullah (s.a.v.) ile demirci sanatkar olan Ebu Seyf b. Evs’in evine gitmiştik. Ebu Seyf’in zevcesi Ümmü Bürde peygamberin oğlu İbrahim’in süt annesi süt ninesi idi. Rasulullah (s.a.v.) İbrahim’i kucağına aldı. İbrahim’i öptü, kokladı. Bundan sonra bir kere daha Ebu Seyf’in evine gittik. Bu defa İbrahim can veriyordu. Rasulullah’ın (s.a.v.) iki gözü yaş dökmeye başladı. Bunun üzerine Abdurrahman İbni Avf:
“Ya Rasulallah! Halk musibet zamanında sabretmeyebilir. Fakat sen de mi?” diye şaşırarak sordu. Rasulullah (s.a.v.):
“Ey İbni Avf! Bu hal babanın çocuğuna karşı beslediği incelik ve şefkattir. Yoksa sabır tevekküle engel ağlama değildir” buyurdu. Sonra bu göz yaşını bir diğeri takip etti. Bu defa Rasulullah (s.a.v.):
“Gözler ağlar, kalp üzülür. Biz Rabbimizin razı olacağı sözden başka bir kelime ile üzüntümüzü belirtmeyiz. Ey İbrahim! Biz sein ayrılığınla pek ziyade üzüntülü ve kederliyiz” buyurdu.” (Buhari, Müslim)
(2) Rasululalh (s.a.v.):
“Ölünün arkasından yanaklarını dven, elbisesini yırtan, cahiliyyeni adetlerini yapan kişi bizden değildir” buyurdu. (Buhari)
(3) Ebu Hureyre’den (r.a.) şöyle rivayet edilmiştir:
“Rasululah (s.a.v.) Ensar’dan bir gurup kadına hitaben:
“Sizlerden herhangi birinizin üç çocuğu ölür ve kendisi vefat eden çocukları sebebiyle Allah’tan sevap ümit ederse muhakkak cennete girmiştir” buyurdu.
İçlerinden bir kadın: İki tanesi de böyle değil mi? Ya Rasulallah! dedi. Rasulullah (s.a.v.) cevaben:
“İki tanesi de öyledir” buyurdu.


Yirmi üçüncü soru:
Dünyadaki ömürden geri kalan zaman bilinir mi? Bazı ilim idda edenler H. 835 seneinde dünya ömründen kalan 175 senedir, demeleri ve buna Rasulullah’ın (s.a.v.):
“Ben yer altında bin seneden fazla ölü olarak kalmayacağım” hadisin ve Rasulullah’ın (s.a.v.):
“Ben 6000 senenin bağşında Rasul oldum” hadislerini delil göstermeleri doğru mudur?

Cevap: Bunu iddia edenlerin zikrettikleri birinci hadis “mevzu” (uydurma)’dır.
İkinci hadisin ise lafzı şöyledir: Dünyanın ömrü 7000 senedir. En son binine ben Rasul olarak gönderildim. Bu hadisi İbni Cevzi mevzu (uydurma) hadislara arasında zikretmiştir.
Kıyamet gününün ne zaman olacağını Allah bilir.
Yirmi Yedinci Soru:
Ölüm meleği hakkında Süneni afii’de Müzeni’nin afiii’den rivayet ettiğibir hadiste ölüm meleğinin bir kaç ismi olduğuna dair bir rivayet vardır. afii’nin Sünenindeki Fıtır sadakası babında ölüm meleği için İsmail ismi geçmektedir. Acaba ona niçin Azrail deniyor?

Cevap: Tahavi’nin Müzeni’den, Müzeni’n de afii’den rivayet ettiğ ihadisi bana güvenilir, sağlam rehber hadisi olan Ebul Ferec Abdurrahman İbni Ahmed b. El-Muarraf b. Hammad el-Arabi et-Tenuhi bildirdi.
Rasulullah (s.a.v.) hastalandığı zaman Cibril ona geldi ve dediki:
“Ey Muhammed! Allah beni sana seni yüceltmekve seni şerefli kılmak için özel olarak gönderdi. Senin halini senden daha iyi bilen Allah beni sana şunu sormak için gönderdi.
“Kendini nasıl hissediyorsun?” Rasululah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ben çok üzüntülüyüm ve çok hastayım”
Cibril ikinci gün tekrar geldi. Rasulullah’la arasındaki konuşma birinci günkü gibi tekrar cereyan etti. Üçüncü gün de gelerek aralarında konuşma diğer günlerdeki gibi yinelendi. Bu sefer Cebrail beraberinde yüzbin meleği idare eden adı İsmail olan bir melek olduğ uhalde tekrar geldi. O meleklerden de her biri yüzbin meleği idare ediyordu. Cibril o melek için Rasulullah’tan (s.a.v.) izin istedi. Sonra Rasulullah (s.a.v.) melek hakkında sordu. Cebrail de:
“Bu ölüm meleğidir. Senden önce hiçbir kişinin yanına girmek için izin istememesine karşın senden izin istiyor ki; senden sonra da hiçbir kimseden izin istemeyecektir.” Rasulullah (s.a.v.):
“Ona izin ver” dedi. Cebrail de (a.s.) ona izinv erdi. Ölüm meleği RAsulullah’a (s.a.v.) selamv ererek ona:
“Ya Muhammed! Allah Teala beni sana gönderdi. Eğer ruhunu almamı emredersen ruhunu alayım yoksa bunu emretmiyorsan seni terkedeyim” dedi. Rasulullah (s.a.v.):
“Yani ben ne dersem onu yapacak mısın? Ey ölüm meleği!” dedi. O da:
“Evet. Çünkü ben bununla emrolundum” dedi. Bu sefer Rasulullah (s.a.v.) Cebrail’e (a.s.) doğru baktı. Cebrail ona:
“Ey Rasulullah! Allah (c.c.) seni özledi.”
Rasulullah (s.a.v.) ölüm meleğine:
“Emrolunduğun şeyi yap” buyurdu. Ölüm meleği de ruhunu kabzetti.
Bu hadis mürseldir. Çünküi bu hadisi rivayet eden Ali ibni Hüseyin Raslullah’ın (s.a.v.) ölümünden yaklaşık otuz yıl sonra doğmuştur. İmam afii’nin ondan bu hadisi rivayet ettiği Kasım; Ahmed İbni Hanbel tarafından yalanlanmış birisidir. İbni Hanbel onun hadisleri için uydurma olduğnu söylemiştir. Başkaları da onnu zayıf birisi olduğuna kanidirler.
Bu konuda Ebu Hatim, Ebu Zer’e Yakub İbni Süfan Aceli, Ezdi ve başkaları şöyle demiştir. Bu hadis metruktur. Bu hadisin sahih olduğnu söyleyen kimse görmedim. Ancak bir cemaat bu hadisin zahirindeki manasını alarak manasını kabul etmişlerdir. Onlar buradaki İsmail’in ölüm meleğinin ismi oludğ ukanısındadırlar. Fakat bu onların aznnettikleri gibi değildir. Çünkü bu hadisinkaldırılmış olan kısmında bu konuya açıklık getirilmektedir.
Taberani’nin Mucemin’deki hadisinde ek bir rivayet vardır ki bu olaya açıklık getirmektedir. O şöyle dedi:
“Abbas İbni Ham’dan el-Asbehemi ve İshak ibn. Ahmed Huzaye dediler ki:
“Abdul Cebber İbn. Ala, Abdullah İbni Meymun Kadah’tan Cafer b. Muhammed b. Abdullah’tan o da Ali İbni Hüseyin’den şöyle rivayet ettiler:
“Ali İbni Hasan şöyle dedi:
“Baban’dan şöyle işittim: “Rasulullah’ın (s.a.v.) vefatından üç gün önce Cibril (a.s.) gökten indi. Ve RAsulullah’a (s.a.v.):
“Ey Muhammed! Allah beni sana ikram etmem, seni yüceltme içing önderdi.” Üçüncü günde Cibril (a.s.) beraberinde lüm meleği ve ikisiyle beraber olarak da yetmişbin meleği idare eden ismi de İsmail olan meleği idare eden ismi de İsmailo lan “rüzgar meleği” ile indi. Onlardan hiçbir melek yoktur ki yetmişbin meleği idare etmesin. Onardan Cibril Rasululah’a (s.a.v.) şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Seni senden daha iyi bilen Allah beni sana; seni yücetmem, yana ikram etme ve şunu sormam için gönderdi: “Nasılsın?” dedi.
Hadis diğer hadisteki gib devam eder. Bu hadisinsenedindeki Abdullah İbni Meymun el-Kaddah dışındaki ravilerin hepsi güvenilirdir. Buhari Abdullah İbni Meymun el-Kaddah hakkında: “Hadis uydurucusu” demiştir.
Ebu Zerr ise Abdullah İbni Meymun hakkında onun rivayeti geçersizdir demiştir.
Ebu Hatem ve Tirmizi ise Bu kişi hakkında rivayet ettiğihadisler münkerdir demişlerdir.
İbni Hibban, bu kişi hakkında O maklub hadisleri rivayet eden tek başına rivayet ederse hüccet değildir” dedi.
Hakim ise bunun rivayet ettiğ ihadis mevzudur, dedi. Bu kişi hakkında güveniir olduğu söyleyen kimse görmedim. Hüseyin b. Ali’nin ziyade olarak zikrettiği şeyleri bu kişi zikretmemiştir. Taberani bu hadisi Hüseyin İbni Ali İbni Ebu Talib’e dayandırarak Mucemil Kebir kitabında nakletmiştir. Bu rivayette ismi İsmail olan meleğin rüzgar meleği olduğu ve ölüm meleği olmadığı, Cibril ve ölüm meleği ile birlikte indiği ifade edilmiştir. İnenlerin üç kişi olduğu “İkisi de beraber indi” sözünden açıkça anlaşılmaktadır. Bu hadisin genel anlamına daha uygundur. Ve bu, ilkmetinden anlaşılmaktadır. “Ona izin verdi” yani rüzgar meleğine. Sonra da Cibril yani rüzgar meleğine. Sonra da Cibril ölüm meleği için izin istedi. Bu ilk rivayet de Cibril’in şu sözünden anlaşılıyor:
Sonra Cibril dedi ki: “Bu ölüm meleğidir. O izin istiyor” Bu hadisi Beyhaki Muhammed ibni Ali’den, Hüseyin İbni Ali’den o da Siyar İbni Hatim’den rivayet etmiştir. Beyaki bu hadisi “Nübüvvetin delilleri” kitabında üç yoldan bize rivayet etmiştir. Hüseyin İbni Ali şöyle dedi:
“Rasulullah’ın (s.a.v.) vefatından önce Cibril üç kişi ile birlikte indi. Ve Rasulullah’a şöyle dedi:
“Ya Muhammed! Allah beni sana bir ikram olarak, seni üstün tutmak ve yalnız sana özel olarak gönderdi. sein halini senden daha iyi bilen Allah senin nasıl olduğnu soruyor; Kendini nasıl buluyorsun?”
Sonra hadisi zikretti. Hadis şöyle geçiyor:
“Üçüncü gün olunca Cibril ile birlikte ölüm meleği ve onlarla birlikte yetmişbin meleğe komuta eden İsmail adındaki rüzgar meleği indi. (O yetmişbin melekten herbirinin emrinde ayrıca yetmişbin melek bulunmaktadır.). Sonra hadise şöyle devam etti: Cibril meleklere taziyede buundu ve Rasulullah’a (s.a.v.) şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Muhakak ki Allah beni sana gönderdi.”
Hadisin baş kısmı Rasulullah’ın “Kendimi üzüntülü buluyorum. Ey Cibril!” sözüne kadar zikredilmişti.
Ve sonra ölüm meleği kapısının üstünden izini stedi. Cibril Rasulullah’a (s.a.v.) şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Bu ölüm meleğidir. Sana gelmek için izin istiyor.”
Hadisin devamı daha önce zikredilmişti. Hadisin metni Kasım İbni Abdullah İbni Amr’ın rivayet ettiğ ihadisin metnine benzemektedir. Ancak iki yerinde:
“Yetmişbin melek yerine yüzbin melek” sözleriyle muhalefet etmiştir.
Ölem meleğine Azrail ismi verilmesi insanlar arasında meşhur olmuştur. Ben Ebu Kasım Süfey’in kitabı olan Mübhemat’il Kur’an kitabına baktım. Orada ölüm meleğine Azrail ismi verildiğnie rastlamadım. Taberi tefsirine baktım, ölüm meleği ismi orada geçmektedir. Fakat İmam Taberi bu rivayetin ihiç kimseye dayandırmamıştır. Ve bu konuda hiçbir rivayet zikretmemiştir. Salebi4nin tefsirine baktım; ölüm meleğinin isminin Azrailo ludğu gördüm. Orada şöyle bir rivayet vardır. Eşas’dan (r.a.) dedi ki: İbrahim (a.s.) Azrail adında bir gözü arkada bir gözü önde olan ölüm meleğine sordu:
“Ey ölüm meleği! Aynı anda hem doğuda hem batıda iki kişi ölecek olsa veya bir yerde veba hastalığı olsa veya iki ordu savaştığnda aynı anda ölenlerin canını nasıl alırsın?”
Ölüm meleği şöyle dedi: “Ben ruhları çağırırım. Allah’In izni ile onlar şu iki parmağın arasıan girerler” İbrahim (a.s.) dedi ki:
“Yer ölüm meleğinin önüne leğen gibi yarıldı. İşte onlardan dilediğiin ruhun kabzeder.”
Bu rivayetinin senedindeki ravilerin hepsi güvenilir kişilerdir. Fakat senette Eşas Anbese’nin eyhi Cabir el-Hasan’ın oğlu ve yaşı küçük olan tabiinlerdendir. Bu hadis de muaddaldır. Yani senette iki kişinin ismi zikredilmemiştir. Yani zayıftır.
E-İz’a kitabında Ebu’ş-eyh, İsmail İbni Abdulkerim yoluyla Vehb İbni Münbih’ten şöyle bir rivayet zikretmiştir: Allah Cebrail’i sonra Mikail’i sonra İsrafil’i yarattı. Sonra Azrail’i yarattı. Sonra Allah ruhları kabz görevini Azrail’e verdi. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“De ki! Sonra görevlendirilmiş ölüm meleği sizin canınızı alır.”                                                (Secde: 32/11)
İsrafil ve ölüm meleği Allah’ın ilk olarak yarattığı yaratıklarıdır. Ve onlar son olarak öleceklerdir. Ölüm meleğine Azrail ismi verilmesine gelince Müfessirlerin çoğuna göre Cibril, Mikail, İsrafil, Azrail Süryanice’dir. Bazılarına göre bu isimler İbranice’dir. Bazılarına göre ise Cebrailv e Azrail arapçadır. Müfessirler “il” kelimesinin ne manaya geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları “il” Allah’In isimlerindendir. Cibr, Mika, İsraf, Azra kul manasındadır, demişlerdir. Dolayısıyla bu isimlerin manası Allah’ın kuludur. Bazı alimler ise “il” kul diğer isimler Allah’In isimleridir. Çünkü kul tek kelimedir. Allah’ın isimleri ise çoktur demişlerdir.




ORUÇ VE FAYDALARI
    Ramazan ayında oruç tutmak İslam'ın beş şartından biridir. Oruç, niyet ederek tan yerinin ağarmasından itibaren güneş batıncaya kadar yememek, içmemek ve cinsi ilişkide bulunmamak suretiyle yerine getirilen bir ibadettir.
    Peygamberimiz oruç tutanlar için şu müjdeyi veriyor: "Kim inanarak ve mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları bağışlanır."(El-Buhari, Savm:7)
    Oruç,ancak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için tutulur. Oruç, iyi bir irade terbiyesidir: İnsanlara iyi huylar ve ahlak güzelliği sağlar, insanı olgunlaştırır. Oruç, aynı zamanda müslümanı günah işlemekten ve cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır. Acıma duygusunu geliştirir, sağlığımızın korunmasına yardımcıdır, nimetlerin değerini bildirir, olaylar karşısında sabırlı olmayı öğretir.
    Yüce Allah bir hadisi kudsîde "Oruç benim içindir, o'nun mükafatını da ben veririm" buyurmuştur (Müslim, Siyam;30).

    RAMAZAN ORUCU VE ORUÇ ÇEŞİTLERİ
 
    Ramazan orucu müslüman, akıllı ve ergenlik çağına gelmiş kimselere farzdır. Ramazan orucu, kameri aylardan Ramazan ayının bazen 29, bazen 30 gün sürmesine göre 29 veya 30 gün olarak tutulur.
    Oruçlarda niyet önemlidir. Niyet kalp ile olur. Geceleyin imsaktan önce veya imsak vaktinde ertesi gün oruç tutacağını kalbinden geçiren bir müslüman o günün orucuna niyet etmiş olur. Oruç tutmak düşüncesi ile sahur yemeğine kalkan kimse de oruca , niyet etmiş sayılır. Ancak oruç tutan kimsenin hem içinden niyet etmesi, hem de dili ile "Niyet ettim Ramazan'ın yarınki orucuna" diye söylemesi daha iyi olur.
    Beş çeşit oruç vardır:
1. FARZ ORUÇ: Ramazan orucunun edası ve kazası farzdır. Keffaret oruçlarının tutulması da farzdır.
2. VACİP ORUÇ: Adak oruçları ile bozulan nafile orucun kaza edilmesi vaciptir.
3. SÜNNET ORUÇ: Kamerî aylardan Muharrem ayının 9-10 veya 10-11. günlerinde oruç tutmak sünnettir.
4. MÜSTEHAP ORUÇ: Kameri ayların 13. 14. 15. günleri ile her haftanın Pazartesi ve Perşembe günleri, Şevval ayında 6 gün oruç tutmak müstehaptır.
5. MEKRUH ORUÇ: İki türlü mekruh oruç vardır:
a) Muharrem ayının sadece 10. günü, yalnız Cuma veya Cumartesi günleri oruç tutmak, iki orucu iftar etmeksizin birbirine eklemek veya senenin tamamını oruçlu geçirmek "TENZÎHEN MEKRUH"tur.
b) Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban Bayramının 4 günü oruç tutmak "TAHRÎMEN MEKRUH"tur.

   RAMAZAN'DA ORUÇ TUTAMAYANLAR NE YAPARLAR?
 
    Oruç tutmayacak kadar hasta olanlar, hastaya bakanlar, Ramazan ayında yolculuk yapanlar, gebe veya emzikli olanlar, aşırı yaşlılar ve düşkünler, aybaşı hali veya loğusalık halinde bulunan kadınlar Ramazan ayında oruç tutmazlar. Bunlardan:
a) Aybaşı hali veya loğusalık halinde olan kadınlar ile emzikli ve gebe olan kadınlar, bu özürleri sona erdikten sonra ve Ramazan ayı dışında oruçlarını kaza ederler.
b) Yolcular, yolculukları bitince oruçlarına başlarlar. Ramazan ayında tutamadıkları oruçlarını Ramazan ayından sonra tutarlar.

    ORUCA NE ZAMAN VE NASIL NİYET EDİLİR
 
    Orucun sahih olması için niyet etmek şarttır. Niyetsiz oruç makbul değildir.
    Ramazan orucuna, akşamdan itibaren kuşluk vaktine kadar niyet edilebilir. Şöyle ki:
    Normal olarak oruca, sahur yemeğini yedikten sonra niyet edilir. Ancak sahurda uyanamayıp yeme içme zamanının bittiği imsak vaktinden sonra kalkan bir kimse, güneş doğmuş olsa bile, kuşluk vaktine kadar o günün orucuna niyet edebilir. Yeter ki, imsak vaktinden sonra orucu bozacak bir şey yapmasın.
    Sahura kalkmak istemeyen bir kimse, akşamdan sonra yarının orucuna niyet edebilir, geceleyin kalkıp tekrar niyet etmesi gerekmez. Ramazan ayında tutulamayan orucu, başka günlerde kaza ederken niyetin geceleyin «tan yeri ağarmadan önce» yapılması gerekir. Keffaret oruçları da böyledir. Bu oruçlara imsaktan sonra niyet edilmez.
Niyet esasen kalp ile olur. Yani geceleyin, yarın oruç tutacağını kalbinden geçiren kimse niyet etmiş demektir. Oruç tutmak düşüncesi ile sahur yemeğine kalkan kimsenin bu düşüncesi de niyettir. Oruca kalp ile niyet etmek yeterlidir. Ancak kalp ile yapılan bu niyeti dil ile söylemek daha iyidir. Bu sebeple, oruç tutacak olan kimse, hem içinden niyet etmeli, hem de dili ile: "Niyet ettim Ramazan-ı şerifin yarınki orucuna" diye söylemelidir.

   
ORUÇ NASIL TUTULUR
 
    Oruç, imsâk vaktinde başlar. Oruca niyet eden kimse bu vakitten itibaren herhangi bir şey yiyemez, içemez ve orucu bozan şeyleri yapamaz. Bu durum akşam güneş batıncaya kadar devam eder. Güneş battıktan sonra yiyip içmek sûretiyle orucunu açar. İşte niyet ederek, imsâk vaktinden akşam güneş batıncaya kadar yememek, içmemek, ve orucu bozan şeylerden sakınmakla bir günlük oruç tutulmuş olur.
    ORUCU BOZUP KAZA VE KEFFARET GEREKTİREN HALLER
    Oruçlu olduğunu bildiği halde kasden;
    1- Yemek, içmek, (ister gıda maddesi, isterse ilaç olsun)
    2- Cinsi ilişkide bulunmak.
    3- Sigara içmek
    Orucu bozar, kaza ve keffareti gerektirir.
   Kaza: Bozulan orucun yerine gününe gün oruç tutmaktır.
   Keffaret: Bozulan bir gün orucun yerine iki ay veya altmış gün peşpeşe oruç tutmaktır.
    Ramazan ayında niyet ederek oruca başlayan bir kimse özürsüz olarak bile bile yiyip içse veya cinsi ilişkide bulunsa orucu bozulur. Bozulan bu orucun gününe gün kaza edilmesi, ayrıca oruç özürsüz olarak ve bile bile bozulduğu için de keffaret tutması gerekir.
    Başlanan bir orucu bilerek bozmanın dünyadaki cezası keffarettir. Yani altmış gün birbiri ardınca oruç tutmaktır. Herhangi bir sebeple keffaret orucuna ara verilir veya eksik tutulursa yeniden başlayıp altmış günü kesintisiz tamamlamak lazımdır. Kadınlar keffaret orucu tutarken araya giren âdet günlerini tutmazlar, âdet halleri bitince ara vermeden temiz günlerinde oruca devam ederek altmış günü tamamlarlar.

  

ORUCU BOZUP YALNIZ KAZAYI GEREKTİREN ŞEYLER 
 
1) Yenmesi mutad olmayan ve ilaç olarak da kulanılmayan şeyleri yutmak, (toprak, kağıt, pamuk gibi)
2) Buruna ilaç çekmek,
3) Kulağın içine yağ damlatmak,
4) Abdest esnasında ağzına ve burnuna su alırken kendi elinde olmayarak boğazına su kaçmak,
5) Ağzına aldığı renkli ipliğin boyası tükrüğe geçip, boyanan bu tükrüğü yutmak,
6) Zorla orucu bozulmak,
7) Ağız dolusu kusmak, (Kendi isteği ile)
8) Akşam vakti girmediği halde, akşam oldu zannederek iftar etmek,
9) İmsak vakti geçtiği halde, İmsak'a daha vardır zannederek yemek.
10) Kendi iradesi olmaksızın ağzına kar ve yağmur tanesi kaçan ve bunu yutmak
11) Meşru bir özür sebebiyle; makadından şırınga (iğne) yaptırmak

    ORUCU BOZMAYAN ŞEYLER
 
1) Oruçlu olduğunu unutarak yemek, içmek, (unutarak yiyip içerken oruçlu olduğunu hatırlarsa hemen ağzını yıkayıp oruca devam eder, oruçlu olduğunu hatırladıktan sonra boğazından aşağıya bir şey geçerse orucu bozulur.)
2) Kulağına su kaçmak,
3) Göze ilaç damlatmak,
4) Gece yıkanması gerekirken sabahleyin yıkanmak,
5) Kendi isteği olmayarak kusmak,
6) İhtilâm olmak, (yani uyurken cünüplük hali meydana gelmek)
7) Kan aldırmak,
8) Kendi isteği olmayarak boğazına toz, duman girmek,
9) Ağzındaki tükrüğü yutmak.
10) Yemeksizin herhangi bir maddenin tadını boğazında hissetmesi
11) Nohut tanesinden daha küçük olan ve dişler arasında bulunan yiyeceği yutmak.

   

ORUÇLUYA MEKRUH OLAN HUSUSLAR
 
1- Bir şeyi dilinin ucuyla gereksiz yere tatmak
2- Lüzumsuz yere bir şey çiğnemek
3- Sakız çiğnemek
4- Kendisinden emin olmayan bir kişinin hanımını öpmesi, boynuna sarılması, kucağına alması.
5- Tükrüğü ağızda biriktirip yutmak
6- Kan aldırmak
7- Kendini zayıf düşüreceğini tahmin ettiği yorucu bir işte çalışmak.
8- Ağzına su alıp çalkalamak
Fıtır Sadakası

 
    Borcundan ve aslî ihtiyaçlarından başka en az nisab miktarı malı (80.18 gr. altın) veya onun değerinde parası olan müslümanın fıtır sadakası vermesi vacipdir. Buna kısaca "Fitre" denilir. Fıtır sadakasının vacip olması için zekâtta olduğu gibi malın üzerinden bir yıl geçmesi ve artıcı nitelikte olması şart değildir.
    Fitre, Ramazan ayında fakirlere verilen bir sadakadır. Bayramdan önce verilmesi iyidir. Bayram günü veya daha sonra da verilebilir. Dini ölçülere göre zengin olan kimsenin, hem kendisinin, hem de erginlik çağına gelmemiş olan çocuklarının fitrelerini vermesi vaciptir.

Fitre Şu Dört Cins Yiyecek Maddesinden Aşağıdaki Miktarlarda Verilir:






Cinsi:                                                 Miktarı:
1– Buğday                                        1460 Gram
2– Arpa                                            2920 Gram
3– Kuru üzüm                                    2920 Gram
4– Hurma                                         2920 Gram
    Bu gıda maddelerinin kendileri verilebileceği gibi para olarak değerleri de verilir. Hangisi fakirin yararına ise onu vermek daha uygundur. Bir fitre yalnız bir fakire verilir, ikiye bölünmez. Bir fakire birden fazla fitre verilebilir. Fitre niyet edilerek verilir. Ancak bunun fitre olduğunu fakire söylemek gerekmez. İçinden niyet etmesi yeterlidir.
    Zekât hangi fakirlere verilirse fitre de onlara verilir. Bir özürden dolayı ramazanda oruç tutmayanlar da, nisap miktarı mal veya paraya sahip iseler fitrelerini vermekle yükümlüdürler.
    Varlıklı müslümanlar fitre vermek suretiyle fakirlere bayram sevincini tattırırlar. Böylece, hem borcunu ödemiş, hem de sevap kazanmış olurlar. Fitre vermek, orucun kabul edilmesine, ölümün şiddetinden ve kabir azabından kurtulmaya vesile olur.




CEVŞEN














NAMAZ
    NAMAZ NEDİR?
    Namaz dinin direği, ibadetlerin en üstünüdür. Yüce Allah'a karşı en önemli ibadet görevimiz günde beş defa kıldığımız namazlarımızdır. Erginlik çağına gelen, akıllı her müslümana günde beş vakit namaz kılmak farzdır.
    Namaz, bizi yaratan, yaşatan, sayısız nimetleri veren yüce Allah'a karşı bir kulluk görevimizdir.
    Namaz kılanlar, Allah'ın emrini yerine getirmiş, kulluk borçlarını ödemiş ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış, dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmuş olurlar.

    NAMAZIN ÇEŞİTLERİ
    Namazın Farz, Vacib ve Nafile çeşitleri vardır.
1. Farz Namazlar: Beş vakit namaz ve cuma namazıdır.
2. Vacip Namazlar: Vitir ve bayram namazları, adanan na-mazlar, bozulan nafile namazların kazasıdır.
3. Nafile Namazlar: Farz ve vacip namazlardan başka kılınan diğer namazlardır.

  

  NAMAZ VAKİTLERİ
    Her işin belirli bir zamanı vardır. Günde beş defa kılınan farz namazların kılınması için yüce Allah belli vakitler tesbit etmiştir. Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı günde beş defa kılınan namazların vakitleridir.    Sabah Namazının Vakti: Sabaha karşı tan yerinin ağarmaya başlamasından, güneşin doğmasına kadar olan zamandır.    Öğle Namazının vakti : Güneş tam tepemize gelip, gölge, doğu tarafına uzanmaya başladığı vakitten itibaren -güneş tepe noktasında iken var olan gölge müstesna- herşeyin gölgesinin bir veya iki misli oluncaya kadar devam eden zamandır.    İkindi Namazının Vakti: Öğle namazı vaktinin bitiminden güneş batıncaya kadar olan zamandır.    Akşam Namazının Vakti: Güneş battıktan sonra başlayıp güneşin battığı yerde meydana gelen kızıllık kayboluncaya kadar olan zamandır.    Yatsı Namazının Vakti: Akşam namazının vakti çıktıktan sonra başlayıp sabah namazının vakti girinceye kadar devam eden zamandır.    Vitir Namazının Vakti: Vitir namazının vakti de yatsı namazının vaktidir. Ancak vitir namazı, yatsı kılındıktan sonra kılınır.    Cuma Namazının Vakti: Öğle namazının vaktidir.    Teravih Namazının Vakti: Yatsı namazının vaktidir.    Bayram Namazının Vakti: Bayram günleri sabahleyin güneşin doğuşundan yaklaşık 50 dakika geçtikten sonra başlayıp güneşin tepe noktasına gelmesine kadar devam eden zamandır.

    Her namaz, kendi vakti girdikten sonra kılınır. Vakti girmeyen namaz kılınmaz. Her namazın kılınma vakti, kendi vakti girdikten sonra başlar, bir sonraki namazın giriş vaktine kadar devam eder. En iyisi her namazı vaktin ilk giriş zamanında kılmaktır.
    Güneş doğarken, tepe noktasında iken, batarken hiç bir namaz kılınmaz.
    Beş vakit namazın fazları ile sünnetlerinin kaçar rekat olduğu aşağıda gösterilmiştir.
  

    NAMAZ REKATLERİ
NAMAZIN VAKTİ SÜNNET FARZDAN ÖNCE FARZ SÜNNET FARZDAN SONRA VİTİR TOPLAM
SABAH 2 2 - - 4
ÖĞLE 4 4 2 - 10
İKİNDİ 4 4 - - 8
AKŞAM - 3 2 - 5
YATSI 4 4 2 3 13
    NAMAZIN FARZLARI
    Namazın farzları 12'dir. Bunlardan altısı namazın dışındadır, bunlara "Namazın Şartları" denir. Altısı da namazın içindedir. Bunlara da "Namazın Rükünleri" denir.
    Namazın sahih olabilmesi için oniki farzın eksiksiz olarak yerine getirilmesi gerekir.

    Namazın Şartları:
1) Hadesten Taharet: Hades denilen manevî kirin giderilmesi için, abdest almak, gerekli hallerde gusül yapmaktır.2) Necasetten Taharet: Namaz kılacak kişinin, bedeninde, üzerindeki elbisede ve namaz kılacağı yerde pislik varsa bunları temizlemektir.3) Setr-i Avret: Namaz kılacak kişinin vücudunda örtünmesi gereken yerleri örtmesi demektir.Erkeklerin: Göbek ile diz kapağı arasını (dizkapağı dahil),Kadınların: Yüz, el ve ayaklardan başka vücudunun her tarafını örtmeleri gerekir.4) İstikbal-i Kıble: Namazı kıbleye dönerek kılmaktır. Kıble, Mekke şehrindeki kutsal bina olan Kâbe yönüdür. Kâbe, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından yapılmıştır.5) Vakit: Namazları kendi vakitleri içinde kılmaktır.Vakti gelmeden bir namazı kılmak caiz değildir.6) Niyet: Hangi namazı kıldığını bilmek ve kalbinde hatırlamaktır. Niyetin dil ile söylenmesi sünnettir.

    Namazın Rukünleri:
1) İftitah Tekbiri: Namaza başlarken tekbir almak demektir.
2) Kıyam: Namazda ayakta durmak demektir.
3) Kıraat: Namazda ayakta iken biraz Kur'an okumaktır.
4) Rükû': Namazda eller diz kapağına erişecek kadar eğilmektir.
5) Sücûd: Rükû'dan sonra ayaklar, dizler ve ellerle beraber alnı yere koymaktır.
6) Ka'de-i Ahîre: Namazın sonunda "Ettehiyyatü" okuyacak kadar oturmak demektir.
    Namazın Vacibleri

1) Namaza "Allahu Ekber"sözü ile başlamak.
2) Farz namazların ilk iki rek'atında, nafile namazların her rek'atında Fatiha suresini okumak.
3) Farz namazlarının ilk iki rek'atında, vitir ve nafile namazların her rek'atında Fatihadan sonra sûre veya ayet okumak.
4) Fatihayı sureden önce okumak.
5) Secdede alın ile beraber burnu da yere koymak.
6) Üç ve dört rek'atlı namazların ikinci rek'atında oturmak (Buna ka'de-i ûlâ=birinci oturuş
7) Namazlardaki birinci oturuş ile son oturuşlarda ettehiyyatü'yü okumak.
8) Cemaatle kılındığı zaman sabah, cuma, bayram, teravih ve vitir namazlarının her rek'atında, akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rek'atında imamın fatiha ve sureyi açıktan, öğle ve ikindi namazlarında ise, gizlice okuması.
9) İmama uyan cemaatin fatiha ve sureyi okumayıp susması.
10) Vitir namazında kunut tekbiri almak ve kunut dualarını okumak.
11) Bayram namazlarında alınan ilâve tekbirler.
12) Ta'dili erkân, yâni ayakta iken dosdoğru, rükûda dümdüz olmak (Kadınlar biraz meyilli dururlar), rükûdan kalkınca iyice doğrulmak, iki secde arasında tam oturmak.
13) Namazın sonunda sağa ve sola selâm vermek.
14) Namazda yanılma olursa sehiv secdesi yapmak.

    Namazın Sünnetleri
1) Beş vakit namaz ile Cuma Namazı için ezan ve kamet getirmek
2) İftitah tekbirini alırken elleri yukarıya kaldırmak
3) Sübhaneke ve Eûzu-Besmele'yi sessizce okumak
4) Sağ eli sol el üzerine koymak
5) Fatiha'dan sonra gizlice 'amin' demek
6) Rükû ve secdeye eğilip kalkarken alınan tekbirler
7) Rüku ve secde tesbihleri. ( Rukû'da üç defa "SÜBHANE RABBİYE'L AZÎM" ve her iki secdede üçer defa SÜBHANE RABBİYE'L ÂLÂ" demek.)
8) Rukü'dan doğrulunca "SEMİALLAHU LİMEN HAMİDEH" ve hemen arkasından "RABBENA LEKE'L HAMD" demek.
9) Kıyamda bir özür bulunmadığı takdirde iki ayağın arasını dört parmak kadar açık bulundurmak.
10) Rukü'da parmaklar açıK olarak dizleri tutmak, dizleri, dirsekleri dik ve sırtı baş ile dümdüz halde bulundurmak.
11) Secdeye varırken önce dizleri, sonra elleri, sonra yüzü vere koymak. Secdeden kalkarken önce yüzü, sonra elleri, sonra dizleri kaldırmak.
12) Tahiyyatı sessizce okumak
13) Selama sağdan başlamak
14) Sütre edinmek (Önü açık yerde namaz kılarken önüne sütre koymak)

   
Namazı Bozan Şeyler
1) Namazda konuşmak.
2) Birşey yemek veya içmek.
3) Kendi işiteceği kadar gülmek (yanındakilerin işiteceği kadar gülerse abdesti de bozulur.)
4) Birine selâm vermek veya verilen selâmı almak.
5) Göğsünü kıbleden çevirmek.
6) Dünyaya âit bir şeyden veya bir ağrıdan dolayı ağlamak "ah" demek. (Allah korkusundan dolayı ağlamak namazı bozmaz.)
7) Öksürüğü yok iken öksürmeye çalışmak. (Elde olmayarak normal gelen öksürük namazı bozmaz.)8) Namazda bir iş yapmaya çalışmak.
9) Bir şeye üflemek.
10) Kur'an'ı, manası bozulacak şekilde yanlış okumak.
11) Ayeti mushaf'a bakarak (yüzünden) okumak.
12) Namazda abdesti bozulmak.
13) Teyemmüm eden kimsenin namazda suyu görmesi, mesh müddetinin namazda bitmesi
14) Sabah namazını kılarken güneşin doğması.
15) Cemaatle namazda kadınlarla erkeklerin arada bir perde olmadan yanyana bir safta kılması.
16) Namazda örtünmesi gereken yerlerin açılması ve bu açılmanın bir rükûn yapacak kadar süre devam etmesi.
17) Bayılmak, çıldırmak...


   

Namazın Mekruhları
1) Sıkışık abdestle namaz kılmak
2) Namazda elbise veya bir başka yerle oynamak
3) Namazda bir yere dayanmak
4) Gerinmek veya esnemek
5) Parmakları çıtlatmak
6) Özürsüz bağdaş kurmak
7) İnsan yüzüne karşı kılmak
8) Başı açık kılmak
9) Kıraatta, Kur'an-ı Kerimdeki sıraya uyulmaması. Bir sure atlamak
10) Erkeklerin secde ederken kollarını tamamıyla yere döşemeleri
11) Tek ayak üzerinde durmak veya bir ayağı yerden kesmek ve diğerine dayanmak
12) Namazda daha selam vermeden terleri veya yüze dokunmuş olan toprakları silmek
13) Namaz içinde, verilen selamı el veya baş işaretleriyle almak
14) İkinci rekatta birinci rekata göre daha uzun okumak
15) Yanmakta olan ateşe doğru namaz kılmak....

 



Beş Vakit Namazın Kılınma Şekli
    Namazlar; farz, vacib, sünnet, müstehap ve nafile kısımlarına ayrılır. Bunlar açıkladığımız farzlarına, vaciblerine, sünnetlerine, adabına riayet edilerek şu şekilde kılınır:
   
1) Sabah namazı: 
    Sabah namazının iki rekat sünnetini kılmak için : "Niyet ettim bugünkü sabah namazının sünnetini kılmaya" diye niyet edilir ve hemen eller, baş parmak kulakların yumuşağına gelecek kadar yukarıya kaldırılıp; "Allahu ekber (Allah herşeyden yücedir)" diye tekbir alınır. Bundan sonra eller bağlanır, "Sübhaneke Allahümme ve bi hamdike ve tebarekesmük ve teala ceddük ve la ilahe gayruk" ile "Eüzü billahi mineşşeytani'r-racim (-İlahi rahmetten kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım-) Bismillahirrahmanirrahîm (Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlarım) ve Fatiha okunur, sonra "Amin (kabul buyur, ey Rabbimiz)" denir ve bir miktar daha Kur'an okunur. Bu bir miktardan maksat en az bir sure veya en az üç kısa ayet veya üç kısa ayet uzunluğunda bir ayettir. Bundan sonra "Allahu ekber" diye rükuya varılır, bu durumda en az üç kere; "Sübhane Rabbiyel-azîm (Yüce Rabbimi her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim) denir. Sonra "Semiallahü limen hamideh (Allah, hamdeden kulunun övgüsünü işitmiştir)" denilerek ayağa kalkılır; ayakta "Allahümme Rabbena ve lekel-hamd (Allahım, ey Rabbimiz, hamd sana mahsustur)" denir, bundan sonra "Allahu ekber" diye secdeye varılır, secdede üç kere "Sübhane Rabbiyel a'la (Ey, en yüce olan Rabbim! Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim)" denir, sonra "Allahu ekber" denilerek kalkılır, bir tesbih miktarı oturulup yine "Allahu ekber" diye ikinci secdeye varılır, bunda da üç kere "Sübhane Rabbiyel-a'la" denir. Bununla bir rekat tamamlanmış olur.
    Bu ikinci secdeden sonra "Allahu ekber" denilerek ikinci rekata kalkılır. Ayakta yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunur; birinci rekatta olduğu gibi rüku ve secdelere varılır; ikinci secdeden sonra oturulur ki bu iki rekatlı bir namazda son oturuştur. Bunda et-Tehiyyat ve Allahümme salli-barik ve "Rabbena atina fiddünya haseneten" duaları sonuna kadar okunur, sonra "es-Selamü aleyküm ve rahmetullah (Allah'ın selamı ve rahmeti size olsun)" diye sağ tarafa, sonra da yine "es-Selamü aleyküm ve rahmetullah" diye sol tarafa yüz çevirerek selam verilir. Bununla sağ ve sol tarafta bulunan müminlere, meleklere ve mümin cinlere selam verilmiş olur. Böylece iki rekatlı bir namaz bitmiş bulunur.
    Bütün bu tekbirler, tesbih ve kıraatler gizli, yani namaz kılanın kendisi işitebileceği bir sesle gizlice yapılır.
    Namazda erkekler ile kadınların ellerini kaldırma, bağlama şekli, rüku ile secdelerde ve oturuşlarda alacakları durumlar "Namazın sünnetleri ve adabı" konularında açıklanmıştır.
    Sabah namazının iki rekat farzı ise şöyle kılınır: Önce, erkeklere mahsus olmak üzere kamet getirilir, sonra "Bugünkü sabah namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir ve eller, kulakların hizasına kadar kaldırılarak "Allahu ekber" diye namaza başlanır ve sabah namazının sünnetinde belirtildiği üzere kılınıp tamamlanır. Ancak sabah namazının farzında Fatiha'dan sonra biraz fazla Kur'an okunması sünnettir. Bu sünnetin en az miktarı kırk ayettir. Bununla birlikte üç kısa ayet miktarı okunması da caizdir. Vaktin çıkmasından korkulduğu takdirde az ayet okunur. Hatta yalnız Fatiha ile veya bir kaç ayet ile yetinilebilir. Ebû Hanife'ye göre, farz olan kıraatin en az sınırı, en az altı harf ihtiva eden bir ayettir. "Sümme nazara (Sonra baktı)" ve "lem yelid (doğurmadı)" ayetlerinde olduğu gibi (bk. el-Kasanî, a.g.e., l, 110; İbnül-Hümam, a.g.e., l, 193, 205, 322 vd.; İbn Abidin, a.g.e., l, 415, Zeylaî, Tebyînül-Hakaik, l,104vd.; Bilmen, a.g.e., s. 153 vd.).
    Tek başına namaz kılan kimse, bu farzı kılarken tekbirleri, Fatiha'yı, ilave edeceği sure veya ayetleri ve "Semi-allahü limen hamideh" cümlesini açık (sesli) okuyabilir.
  

  2) Öğle namazı: 
    Öğle namazının ilk dört rekat sünnetinin önceki iki rekatı, tam olarak sabah namazının iki rekat sünneti gibi kılınır. Ancak bunda; "Bugünkü öğle namazının sünnetine" diye niyet edilir ve bunda ikinci rekattan sonraki oturuş, son oturuş değil ilk oturuş olduğundan bu oturuşta yalnız "et-Tehiyyat" okunur; Sonra "Allahu ekber" diye ayağa kalkılır; Sübhaneke okunmaksızın, yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak, yine yukarıda belirtildiği şekilde rüku ve secdelere gidilir, bundan sonra dördüncü rekat için "Allahu ekber" denilerek ayağa kalkılır, bunda da yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak, yine belirtildiği şekilde rüku ve secdelere varılır, bundan sonra oturulur ki, bu son oturuştur. Bunda "et-Tehiyyat" ile "Allahümme salli-barik" ve "Rabbena atina..." duaları sonuna kadar okunup iki tarafa selam verilir. Böylece bu dört rekat sünnet kılınmış olur.
    Öğle namazının dört rekat farzı ise şöyle kılınır: Sünnetten sonra, namaza aykırı bir şey ile uğraşmadan ayağa kalkılır, kamet getirilir. "Bugünkü öğle namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir ve eller yukarıya kaldırılarak "Allahu ekber" diye tekbir alınır; ilk iki rekatı, sabah namazının iki rekat farzı gibi kılınır. Ancak bu iki rekattan sonraki oturuş, ilk oturuş olduğundan, bunda yalnız "et-Tehiyyat" okunur; bundan sonra "Allahu ekber" denilerek üçüncü rekata kalkılır; yalnız Besmele ile Fatiha okunarak, rüku ve secdelere varılır, sonra "Allahu ekber" diye dördüncü rekat için ayağa kalkılır; yine Besmele ile Fatiha suresi okunarak rüku ve secdelere gidilir. Bundan sonra oturulur ki, bu son oturuştur. Bunda "et-Tehiyyat" ile "Allahümme salli ve barik" ve "Rabbena atina" duaları sonuna kadar okunup, iki tarafa selam verilir. Böylece farz da kılınmış olur.
    Öğlenin farzında okunacak ayetler, sabah namazında okunacak ayetlerden çoğunlukla az olur.
    Öğlenin son iki rekat sünneti ise, "Bugünkü öğle namazının son sünnetini kılmaya" diye niyet edilip, tam olarak sabah namazının iki rekat sünneti gibi kılınır. Bu son sünneti dört rekat olarak kılmak müstehaptır. Bu takdirde ya her iki rekatta bir selam verilir, yahut dört rekatın sonunda selam verilir. Bu takdirde birinci oturuşta yalnız "Rabbena atina..." duası okunmaz, "et-Tehiyyat", "Salli-Barik" duaları okunur, üçüncü rekat için tekbir alınarak ayağa kalkınca yine "Sübhaneke" okunur ve bu son iki rekat da önceki iki rekat gibi kılınır.
    Tek başına kılan, öğle namazının gerek sünnetlerinde gerek farzında gizli okur.
   

3) İkindi namazı:
    İkindi namazının dört rekat sünneti, müekked olmayan sünnettir. Her iki rekatı bağımsız namaz gibidir. Bu yüzden dört rekatın her iki rekatlık bölümü sabah namazının iki rekat sünneti gibi kılınır. Önce, "Bugünkü ikindi namazının sünnetini kılmaya" diye niyet edilir. Bu namazın ilk iki rekatı belirtildiği gibi kılınınca oturulur. Bu bir son oturuş demektir. Bu yüzden burada "et-Tehiyyat..." île birlikte "Allahümme salli.,. ve barik..." okunur, yalnız "Rabbena atina..." duası okunmaz, sonra "Allahu ekber" diyerek üçüncü rekata kalkılır. "Sübhaneke..." ile "Eüzü" ve "Besmele"den sonra Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak rüku ve secdelere varılır. Bundan sonra tekbir ile dördüncü rekata kalkılarak, yalnız "Besmele" ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunur. Sonra yine rüku ve secdelere varılır. Bundan sonra oturulur ki, bu da son oturuştur. Bunda "et-Tehiyyat" ile "Allahümme Salli-barik,.." ve "Rabbena atina..." duaları sonuna kadar okunarak iki tarafa selam verilir.
    İkindi namazının farzının kılışını: Bu da tam olarak öğle namazının farzı gibi kılınır. Yalnız niyet farklı olur, yani, "Bugünkü ikindi namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir.
    Tek başına namaz kılan kimse, ikindi namazının sünnetini de, farzını da, öğle namazı gibi gizli okuyarak kılar.
   
4) Akşam namazı:
    Akşam namazının üç rekat farzı, öğle ve ikindi namazlarının ilk üç rekat farzları gibi kılınır. Şöyle ki: "Bugünkü akşam namazının farzını kılmaya" diye niyet edilip, namaza tekbir ile başlanır. Yukarıda açıklanan şekilde ilk iki rekat kılınarak oturulur. Bu, birinci oturuştur. Bunda yalnız "et-Tehiyyat..." okunur. Sonra üçüncü rekata kalkılarak yalnız "Besmele" ile Fatiha okunur; sonra "Allahu ekber" denilerek rüku ve secdelere varılır. Bundan sonra oturulur ki, bu da son oturuştur. Bunda "et-Tehiyyat..." ile "Salli-barik...' ve"Rabbena atina..." duaları okunarak iki tarafa selam verilir.
    Akşam namazının farzında, vaktin darlığından dolayı kısa sureler okunur.
    Akşam namazının sünnetinin, kılınışı: Bu da; "Bugünkü akşam namazının sünnetini kılmaya" diye niyet edilip, tam olarak sabah namazının sünneti gibi kılınır. Bu sünneti altı rekat olarak kılmak ise müstehaptır. Bu takdirde bir, iki veya üç selamla kılınır. İki rekatta bir selam verilirse aynı şekilde kılınır. Bununla birlikte dört rekatta bir selam verilip ikindi namazının sünneti gibi de kılınabilir. Bu ziyade dört rekata veya altı rekatın tamamına "Evvabîn Namazı" denir (el-isra, 17/25; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaîd, Mısır (t.y), II, 230).
    Tek başına namaz kılan kimse, akşam namazının farzını da sabah namazının farzı gibi açıktan okuyarak kılabilir
   


5) Yatsı namazı:
    Yatsı namazının ilk dört rekat sünneti, müekked olmayan sünnetlerdendir. Tam olarak ikindi namazının dört rekat sünneti gibi kılınır. Dört rekat farzı da tam olarak öğle ve ikindi namazlarının farzları gibi eda olunur. İki rekat son sünnetine gelince, bu da tam olarak sabah ve akşam namazlarının iki rekat sünnetleri gibi kılınır. Bunlarda yalnız niyetler değişmiş, yatsı namazının farzına veya sünnetlerine niyet edilmiş olur.
    Yatsı namazının son sünneti de dört rekat olarak kılınabilir (Zeylaî, Nasbu'r-Raye, II, 145 vd.; eş-Sevkanî, Neylül-Evtar, III, 18; eş-Şürünbülalî, Merakil-Felah, s. 64). Bu takdirde tam olarak ilk dört rekatı gibi kılınır. Bununla birlikte iki rekatta bir selam vermek suretiyle de kılınabilir. Bu durumda her iki rekat bağımsız namaz olacağı için oturuşlarda "et-Tehiyyat...", "Salli-barik" ve "Rabbena atina" duaları okunur. Geceleyin kılınacak nafile namazlarda efdal olan da bu şekilde iki rekatta bir selam vermektir.
    Tek başına namaz kılan kimse, yatsı namazının farzını sabah namazı gibi açıktan (sesli) da kılabilir.
   

    Vitir Namazı:
    
Kılınma şekli:
    Üç rekattan ibaret olan vitir namazı şu şekilde kılınır:
    Önce; "Bugünün vitir namazını kılmaya" diye niyet edilir. Sonra "Allahu ekber" denilerek namaza başlanır. "Sübhaneke..." ve "Eüzü" ile "Besmele"den sonra Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak, rüku ve secdelere varılır; sonra ikinci rekata kalkılıp, yalnız "Besmele" ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak yine rüku ve secdelere varılır; bundan sonra oturulur ki, bu birinci oturuştur. Burada yalnız "et-Tehiyyat..." okunur; sonra "Allahu ekber" denilerek üçüncü rekata kalkılır; bunda da yalnız "Besmele" ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an okunarak daha ayakta iken eller kaldırılıp "Allahu ekber" diye tekbir alınır, tekrar eller bağlanıp ayakta kunut duası okunur. Sonra Allahu ekber" diye rüku ve secdelere gidilir, sonra oturulur ki, bu da son oturuştur. Bunda da yukarıdaki gibi "et-Tehiyyat..." ile "Salli-barik" ve "Rabbena ati-na..." dualan okunarak selam verilir.



ESMAÜL HÜSNA

PEYGAMBERİMİZİN (S.A.V) VEDA HUTBESİ
    (Bu hutbe, M.S. 632 yılında Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz tarafından yüz bini aşkın müslümana irad edilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) Allah'a hamd ve senâdan sonra şöyle buyurmuştur.)
     EY İNSANLAR!      Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz. İNSANLAR!
     Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.
     ASHABIM!
     Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.
     ASHABIM!
     Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.
     ASHABIM!
     Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.
     İNSANLAR!
     Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!
     İNSANLAR!
     Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
     MÜ'MİNLER!
     Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır. MÜ'MİNLER! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...
     ASHABIM!
     Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de  üzerinizde hakkı vardır.
      İNSANLAR!
      Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.
     İNSANLAR!
     Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur. İNSANLAR! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?
     "-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.) Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!





AYETLER




2-BAKARA

22- O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah'a eşler koşmayın.
23- Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz.
87- Celâlim hakkı için Musa'ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa'ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?
94- De ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet) başkalarının değil de yalnızca sizin ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz, ölmeyi cana minnet biliniz.
174- Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar gerçekten karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler. Kıyamet günü Allah onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir azab vardır.
193- Hem bir fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın . Vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.
214- Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah'ın yardımı yakındır.
217- Ey Muhammed! Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, insanları, Mescid-i Haram'dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir. Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.

3-ÂL-İ İMRAN

14- İnsanlara kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.
31- De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.
118- Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri açıkladık.
119- İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler, siz kitap(lar)ın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman "inandık" derler. Başbaşa kaldıkları zaman da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "kininizle geberin!". Şüphesiz ki Allah göğüslerin (gönüllerin) özünü bilir.
130- Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.
139: Gevşemeyin... Üzülmeyin, eğer inanıyorsanız üstün gelecek olanlar mutlaka sizlersiniz...
145- Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız.
159- Sen (o zaman), sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için Allah'tan mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.
182- "Bu, kendi ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır". Allah kullar(ın)a asla zulmetmez.
185- Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka birşey değildir.
196- Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın.

4-NİSA

13- İşte bütün bu hükümler, Allah'ın koyduğu hükümler ve çizdiği sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itâat ederse Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar, orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.
17- Ancak Allah'ın kabul etmesini vaad buyurduğu tevbe, o kimseler içindir ki, bilmeyerek günah işleyip hemen tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah bunların tevbelerini kabul eder. Allah alîmdir hakîmdir. (Her şeyi bilendir, hikmet sahibidir).
40- Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükafat verir.
46- Yahudilerden bir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından kaydırıp; dillerini eğerek ve dine saldırarak, "Sözünü işittik, emirlerine isyan ettik, dinle, dinlemez olası ve râinâ (bizi gözet)" diyorlar. Halbuki onlar, "İşittik ve itaat ettik; dinle ve bize de bak" deselerdi bu, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Artık onlar, pek azı müstesna, iman etmezler.
60- Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.
88- O halde, siz niçin münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü halde Allah'ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, sen onun için bir çıkış yolu bulamazsın.
117- Onlar, Allah'ı bırakırlar da, yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar.
122- İman edip iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız, orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?

5-MAİDE

4- Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı." Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin), Allah'tan korkun. Muhakkak Allah, hesabı çabuk görendir. 
24- Kavmi Musa'ya: "Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabb'in gidin savaşın. Biz burada oturacağız" dediler.
51- Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur. Şüphesiz Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.
82- İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz Hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.
90 - Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.
91 - Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?
92 - Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin. Kötülüklerden sakının. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki, Peygamberimize düşen sadece apaçık tebliğdir.
98 - İyi bilin ki Allah, hem cezası çok şiddetli olandır, hem de çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

6-EN'AM

32. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?
38- Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
59- Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları O'ndan başkası bilmez, karada ve denizde olanları O bilir ve bir yaprak düşmez ki, onu O bilmesin; ne toprağın karanlıklarında bir tane, ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi açıklayan Kitapta bulunmasın.
121- Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış olanlardan yemeyin, çünkü onu yemek yoldan çıkmaktır. Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, muhakkak ki, Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.

 7-ARAF

94- Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.
172- Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık).
179- Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.
186- Allah kimi saptırırsa onu yola getirecek bir kimse yoktur. O, onları kendi hâllerine bırakır ve kendi azgınlıkları içinde yuvarlanıp giderler.

8-ENFAL

31- Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman, "işittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir" diyorlardı.
35- Kâbe huzurunda onların duaları ise ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değildir. O halde inkârınızdan (ve nankörlüğünüzden) dolayı bu azabı tadın bakalım.
39- Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki, Allah yaptıklarını görür.
55- Allah katında kımıldayıp debelenen canlıların en kötüsü, inkara saplanıp da bir türlü iman etmeyenlerdir.

9-TEVBE


  • FECR 17- Hayır hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. 18- Birbirinizi yoksulu yedirmeye teşvik etmiyorsunuz. 19- Oysa mirası öyle bir yiyorsunuz ki, haram-helal gözetmeden. 20- Malı öyle bir seviyorsunuz ki, yığmacasına.
  • 30-RUM: 21- Yine O'nun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.
  • Zâriyât56- Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.
  • Ankebut 45 ''Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tir. Allah, yaptıklarınızı bilir.''
  • 96-ALAK: 6- Hayır! Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder. 7- Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için.
  • Ahzab41. Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin.
  • Lokman6- Bayağı insanlardan kimi de vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence yerine tutmak için laf eğlencesi (veya boş söz) satın alırlar. İşte onlar için aşağılayıcı bir azab vardır.
  • Zumer9- Yoksa o, gece saatlerinde kalkan, secdeye kapanıp, kıyama durarak daima vazifesini yapan, ahreti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse gibi olur mu? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak temiz akıl sahibi olanlar anlar.
  • Hucurat10. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.
  • İsra81. Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.
  • Hadid4-Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir
  • SAFF2. Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?
  • Taha48. Hakikaten bize vahiy olundu ki: (Peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlere azap edilecektir.
  • Taha 74- Her kim Rabbine suçlu olarak varırsa, şüphesiz ki ona cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de dirilir. 75- Kim de ona bir mümin olarak salih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlara en yüksek dereceler vardır.
  • isra53- Mümin kullarıma söyle de (kâfirlere) en güzel olan sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.
  • isra37- Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.
  • Enbiya 10- (Ey Kureyş topluluğu!) And olsun, size öyle bir kitap indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
  • İnsan 3- Biz insana doğru yolu gösterdik,ister şükreder ister küfreder.








ELMALI'LI M. HAMDİ YAZIR
KURÂNI KERİM TEFSİRİ
(FURKAN )

- gibi babından mâzî fiildir. Tasrif olunmaz, yani diğer sîgaları çekilmez ve Allah'tan başkasına isnad edilmez. Türetilmesinde "bereket" maddelerinin bu mânâ ile açık bir ilişkisi vardır. babından olması da bu mânânın mübalağa ile kendisinden meydana geldiğini ifade eder. "bereket" ise bir şeyde ilâhî hayrın devamlı ve kararlı olması demektir ki, "suyun havuzda birikip yükselerek durması" anlamından alınmıştır. İlâhî hayrın bulunduğu şeye "mübarek" denilir. İlâhî hayır, dar b ir kalıba sokulup sayılamayacak, ve hislerle bilinemeyecek bir şekilde meydana geldiğinden, kendisinde
beş duyu ile bilinemeyen bir ziyadelik tesbit edilen şeye de "mübarek" denilir. Şu halde kelimesi, mübareklik, bizzat kendisinden zuhur etmek üzere, mübareklikte büyük bir yükseklik ile kararlılık ifade eder. Ve bunun yani mübarekliğin Allah Teâlâ hakkında sonradan olma veya değişme şüphelerinden uzak bir şekilde düşünülmesi gerekir. Bu tahlilde düşünceye dayanak olacak iki kavram vardır: Biri subût, biri de ziyâdelik'tir. Bunun için geçmiş müfessirler de bunu, başlıca iki mânâyı esas alarak tefsir etmişlerdir. Birisi mânâsıdır ki, varlığı ezelî ve ebedî olarak gerekli olan mânâsınadır. Bunda devam ve karar mânâsı esas olarak alınmıştır. Diğerind e ise tezayüd (çoğalma) mânâsı esas alınarak iki vecih söylenmiştir. Bazıları, Allah Teâlâ'nın zatında yüceliğini ve Allah'tan başka şeylerin noksanlığını düşünerek "yüce oldu" mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Allah Teâlâ'nın zatında her şeyden yüksek olduğu n u ifade eder. Zatında yüksek, çok yüksek demek olur. Bazıları da fiil sıfatı olarak düşünüp "hayır ve ihsanı arttı ve çoğaldı." diye hayır ve ihsanının artıp çoğalmasıyla tefsir etmişlerdir. Bazı yerde bu mânâların birisi, diğer bazısında diğeri daha uygun olmaktadır. Şu halde İbnü Abbas Hazretlerinden de iki rivayet olduğuna göre, hem Allah'ın zatî sıfatını ve hem de fiilî sıfatını düşünerek bütün bu mânâları toplamak daha uygun olacağından yani "hem zatında, hem sıfatında, hem fiillerinde en mük e mmel ve en olgun olmak üzere şanı yüksek ve yücedir" mânâsıyla tefsir olunmuştur.
Bilindiği gibi da den dir. Türkçe'de "ululuk" diye ifade olunabilirse de mânâsına "ulu" sıfatı, "ulumak" masdarından "emir" kipine de ihtimali olduğu için, hoş olmayan bir mânâyı düşündürmekten uzak olmadığından, dilin inceliğine dikkat eden edebiyatçılarca kullanılması uygun bulunmayıp "yüksek" sıfatı buna tercih edilmiştir. Bununla beraber binasından anlaşılan ile mübalağa inceliklerini ifade ed e bilecek bir siğa da bulamadığımızdan kelimesinin Türkçe bir fiil ile tam tercümesi mümkün olamamıştır. Mesela "Yükseldi" denilse yahud demek olabilirse de anlaşılmaz. Özellikle sıfat olarak da kullanılmaz. Halbuki "bereket" kelimesinin a y rıca bir türkçe karşılığını kullanmadığımız gibi fiilinin tercümesine de hiç imkan bulamıyoruz. Bundan dolayı ifadesi dilimizde aynen kullanılagelmiştir. Bir şeye şaşırma ve beğenip güzel bulma anında tabirleri de, olduğu gibi yaygın olarak ku l lanılmıştır. Mübarek olsun yerinde "kutlu olsun" denirse de "bereket" yerine "kut" demiyoruz. İşte bu gibi sebeplerden dolayı biz de meâlde fiilini
aynen muhafaza ile beraber "ne yüce feyyaz O" (ne yüce feyiz, bolluk ve bereket veren O,) tabiriyle bir tefsir ifade etmek istedik, bunun yerinde "yüksek, çok yüksek O", yahud "çok pek çok feyiz ve bereket sahibi O", yahud " ne yüce kutlu O" demek mümkün olabilirdi.
İsm-i mevsul olup nin failidir. de onun sılasıdır.
FURKAN: mukaddimede geçtiği üzere, aslında fark ve tefrik etmek, yani ayırmak, ayırt etmek mânâlarıdan masdardır. Genellikle "fark" aklen bilinen şeylerde, tefrik, hissen bilinen şeylerde kullanılır. Sonra "Furkan" fârık (ayıran), "mefruk" (ayrılmış) mânâsına da gelir; bu s u retle mühim davaları, çözüp neticeye bağlayan kesin delillere, mucizelere "Furkan" denilir. Bu mânâya göre Kur'ân'ın bir ismi de "el-Furkan"dır.
TENZÎL ve İNZÂL: İndirmek demek ise de tenzîl, çokluk ifade eder. Onun için birden indirmeye inzâl, çeste çeste birçok defalarda indirmeye tenzil denilir. Sonra Arapça'da gerek isim gerekse fiil cümlesi olan bir haber cümlesi ile sılalanarak açıklanan gibi belirsiz isimlere, ism-i mevsul denilir. İkilisi çoğulu müfred müennesi tesniye müenne s i cemi müennesi gelir. Eskiden bunun tercümesinde "şol ki..." denilirdi. Fakat konuşma dilimizde her nedense kullanılışını kaybetmiş olduğundan bunun yerine "o ki" diyoruz. Halbuki, "o" hem gaib zamiri, hem işaret ismi olarak kullanıldığından, b ir de mevsul ismi yerinde kullanılması dilde darlık oluyor. Gerçi bizde asıl bağlaç mânâsını ifade eden; yani önündeki cümleyi üst tarafına bağlayan edat "ki" dir. Fakat bu "ki" isim olmayıp sadece bir bağlaç harfi olduğundan gramerde mübteda, haber veya f ail gibi cümlenin bir öğesi olmayıp yalnız önündeki cümleyi üst tarafına sıfat yapar. Bu sebepten kendi başına bir mevsul ismin yerini tutamayarak o, şu, bu gibi belirtilen bir (mevsuf)a ihtiyaç duyar. Ve bu suretle sıla ile sıfatın arası açılmamış olur. A rapçada ise sıla ile sıfatın belağat açısından önemli farkları vardır. Bundan dolayı Kur'ân'da hoş ve ince zevkler ifade eden gibi mevsullerin tatlı tekrarları o ki, şu ki, bu ki, gibi tercemelerle anlatılırken tatsız tekrarlara sebebiyet verildiği g i bi, birçok yerlerde mevsul kaybedilerek mevsuf halinde gösterilmiş oluyor ki, bunlar dillerin birbirinden zorunlu farklılıklarıdır. Cümlenin mevsufu belirsiz olur, fakat mevsul muhakkak belirlidir; gerçi az da olsa bazan ahd-i zihn de olabilir. Fakat çoğ u nlukla sılanın muhatap için gerçekte belirli olması şarttır. Onun için burada şöyle bir soru sorulmuştur: cümlesi
nin sılası olduğu için, kendisine söz söylenilen kimselerce bilinmesi gerekir. Halbuki, kâfirler "Furkan"ın indirilmiş olduğuna inanmıyorlar. O halde nasıl sıla olabilir? Buna basit olarak şöyle cevab verilir: Peygamber ve inananlar için Furkan'ın indirilmiş olduğu bilinmektedir. Burada doğrudan doğruya muhatap da onlardır. Gerçi indirilişin asıl hedefi kâfirler ve onların kâfirliklerini ortadan kaldırmak ve onların ahiretteki durumlarını bildirmektir; fakat doğrudan doğruya ilâhî söze muhatab tutularak değil, Peygambere yapılan hitabın tebliği iledir. Onun için biraz sonra görüleceği üzere kâfirler gaib (üçüncü şahıs) kipi ile bahis konu s u edilecektir. Muhatap, insan cinsi de olsa bu cevap yeterlidir. Bununla beraber buna daha ince bir cevap da vardır. Şöyle ki: Furkan'dan asıl maksat, Kur'ân'dır. Kur'ân ise benzeri yapılamadığı deneylerle bilinen daimi bir mucizedir. Bunu kâfirler de den e mişler ve yetersiz kaldıklarından kalem ile çekişmeden, silah ile muharebeye geçmişlerdir. İşte Kur'ân'ın deney ile sabit olan ve böylece bütün insanlık için gözle görülür bir hale gelen bu acze düşüren vasfı, aynı zamanda kendisinin indirilmiş olması kon u sunda sağlam bir delil ve Furkan'dır. Ebu Bekir Bâkıllânî'nin de "İ'câzü'l-Kur'ân" isimli eserinde açıkladığı üzere Kur'ân'ın icazı, (benzerinin yapılamayışı) herkesçe bilinen bir şey olduğundan onun indirilmiş olduğunu kabul etmek istemeyenler, elleriyl e yokladıkları bir olayı bile inkâra kalkışacak inatçılardır. Bundan dolayıdır ki; En'am Sûresi'nde "Eğer sana sayfa üzerine yazılı bir kitap indirseydik, onlar da ona elleriyle dokunsalardı yine de kâfir olanlar: 'Doğrusu bu apaçık sihirden başka bir şey değildir' derlerdi" (En'am, 6/7) buyurulmuştur. Deney, teorik olarak bir mutlak gereklilik ifade etmezse de, genellikle insan bilgisinin en sağlam kaynaklarından olduğu için, ispat edilmiş bir deneyin delil olarak ifade ettiği gerçek, herkes için bilin e n mânâsındadır. Bu sebeple Kur'ân'ın benzersizliği ve indirilmiş oluşu, Arap müşrikleri gibi bir kısım kâfirlerce tam olarak bilindiği gibi, diğerlerinin de bildiği yerine geçer. Bundan başka Kur'ân, bu gerçeği önceden açıklıkla haber vermiş; haber ise bi l gi edinmenin yollarından birisi olduğu için, sılanın bilinen bir şey olduğunu ispat için bu kadarı bile yeterlidir. Nüktesi bir kerre işitilmiş olan bir haber cümlesi, inanmayanlara dahi bir sıla olarak getirilmiş olabilir. Bu konuda şart ve gerekli olan i man değil, az miktarda bilgi ki, şöyle zihinde kalacak kadar sözü geçmiş olsa da, yeterlidir. Şunu da belirtelim ki, mevsul ismin sılası, söylenmeden önce belirsizdir. Eğer gibi normal bir sıfat olarak gelirse, Türkçenin "öyle ki" ifadesi gibi sıfatla n dırmada güçlendirme bildiren bir bağlaç ifade ederse de gibi fail veya soyut
veya gerçek bir ma'mül olarak geldiği zaman, belirsiz bir zattan başka bir şey anlatmaz. Bir sözde, böyle belirsiz bir zatın fail yapılmasında ne fayda olabilir denilemez. Çünkü "evvelen ibhâm, sâniyen tefsir, evkau finnefis" tir, derler. Yani: "Bir şey önce kapalı olarak söylenip de sonra açıklandığı zaman, muhatabın gönlünde kuvvetli etki bırakır." Çünkü nefis, kolay duyduğu bir şeyi hafif geçer, önemsemez; fakat önce kapa l ı olarak işittiği zaman dikkat ve anlamak için gayret sarfeder. Bilmek arzusuna düşer. Bu istek ve arzu üzerine açıklandığı zaman da, belleğinde iyi yerleşir. Arap belağatinin bu kuralları, zamanımızda psikolojinin "hâfıza, dikkat ile mütenâsibtir (bellek, dikkat ile denktir), dikkat de merak ile mütenasibtir (denktir)" kurallarını ifade eder. Hatta batılılarda ve zamanımız yazarlarının bir çoğunda bu belirsizlik kuralı bir moda salgını hâlini almıştır. Bir konuyu anlatırken istek uyandırmak için sayfalar c a belirsizlik çizdikleri görülüyor. Halbuki, bunun fazlası da, istek yerine usanç veya unutkanlık vermekten uzak kalamaz. Çok naz aşık usandırır. Kur'ân'da ise bunun en güzel gıdıklayıcı örnekleri görülür. Mevsul isimler de, buna ayrıca bir güzellik katar. İşte bunun gibidir. Allah Teâlâ'nın ilâhî özü (cevheri) bilinemediği gibi de ilk bakışta bilinemeyecek bir "bilinmez öze" işaret ediyor. Karşısındaki kimseye önce insanın hiçliğini duyuruyor, sonra O bilinmeyen, en belli, en belirgin sıfatların o r taya konulmasıyla apaçık anlatılıyor. Önce Kur'an'ın, gerçeği gerçek olmayandan ayıran ve herkesçe bilinen karşısındakileri aciz bırakıcı özelliği "Furkan" ismi ve "el" belirlilik takısı ile hatırlatılıp sılası ile mavsûlünün belirsizliği belirle n erek, Allah Teâlâ özellikle bu Furkan'ı indirmiş olmak sıfatı ile tanıttırılıyor. Ve feyiz, bolluk ve bereketin yüksekliği ile önce bu fevkalade geniş muciz kılavuzluğu ile bildiriliyor ve yüceltiliyor. Bu şekilde, ortaya çıkan mânâ şu oluyor: "Çok yüce, ç ok kutlu, hayır ve bağışlaması çok yüksek olduğunu ne kadar hayret verici bir şekilde gösterdi. O, hani bildiğiniz Furkan'ı, o hak ve batılı ayıran, vazifelerinizi öğreten, bir benzerini yapmaktan herkesi aciz bırakan Kur'ân mucizesini ibadet ve kulluk il e seçilmiş, herkesçe bilinen kuluna âyet âyet indiren o yüce zat". Şüphe yok ki onun O Furkan kendisine indirildiği herkesçe bilinen kulu, özel kulu, yüce Peygamberi Muhammed Mustafa, (s.a.v) olduğu da apaçık bellidir. (İsrâ, 17/1. âyetin tefsirine bkz.)
Ona, o Furkân'ı niçin indirdi. Bütün akıl sahipleri dünyasına bir nezir (korkutucu) olsun diye.
NEZİR: Münzir, yani korkutucu mânâsına sıfat-ı müşebbehedir. (daimilik
ifade eden sıfat) Beşîr ve mübeşşir gibi inzar (korkutmak) mânâsına masdar da olur. Nekîr ve inkâr gibi burada korkutucu mânâsına olması açıktır.
İNZAR: Korkunç haber vermek, bir şeyin sonucundaki güçlük ve yok olmayı haber vererek kocundurmak, sakındırmak demektir ki, sevinç haberi vermek demek olan müjdenin zıddıdır. (Bakara, 2/6. âyetin tefsirine bkz.) Bu sebebten beşîr ve mübeşşir, müjdeci demek olduğu gibi; nezîr ve münzir de tehlike haberiyle korkutan haberci, Peygamber, Resul demek olur. Furkan sahibi olan Peygamber (s.a.v) "Biz seni ancak müjdeleyici ve korku t ucu olarak gönderdik." (Furkan, 25/56) gibi âyetlerle bilindiği üzere hem mübeşşir (müjdeci), hem münzir (korkutucu) dir. Allah Teâlâ'nın hem rahmetinin müjdecisi, hem azabının habercisidir. Fakat yerine göre bazan bunların birisiyle yetinilmiştir. Nite k im Enbiyâ Sûresi'nde "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107) buyurulduğu gibi, burada da "âlemlere bir korkutucu olsun diye..." buyurulmuştur. Çünkü biraz sonraki açıklamalardan anlaşılacağı üzere burada iniş sebebi ola n , kâfirlerin inkâr ve inatlaşmalarına karşı korkutma yerinde, müjdeleme kelimesinin açıklaması belagattan beraat-i istihlâle (güzel başlangıca) uygun olmazdı. Ve bu ince mânâ nin yükseklik ve büyüklük mânâsına olmasını destekler. Bununla beraber, b u korkutmada ve bunun kuvvetini ifade eden Furkan'ın indirilmesinde, Peygambere ve inananlara bir müjde ve rahmet mânâsını içerir. Bu yönden müjdelemenin sözün anlaşılması için özellikle kullanılması dahi ayrıca bir belağat (sözün yerinde kullanılması) olm u ştur. Bu da "Tebâreke"nin bolluk ve bağışlama mânâsını hatıra getirin. Fatiha Sûresi'nde açıklandığı üzere âlem kelimesi Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatından başka her şeye denilir. Onun için burada bazı müfessirler kavramına göre, Hz. Peygamber'in bütü n yaratılmışlara da gönderildiğine delil göstermişlerdir. Fakat aklı olmayanları korkutmanın sebep ve faydası anlaşılmaz. Bundan dolayı, burada Fatiha'daki gibi tağlib'e (bir kelimeyi bir başka kelimeyi de içine alacak şekilde kullanmaya) ipucu yoktur. "Âl e min" çoğulunun, gerçekte akıl sahiblerinin dünyaları için kullanıldığı bellidir. Alimlerin çoğunun görüşü de budur. Akıl sahipleri âlemleri ise insanlar cinler ve meleklerdir. Âlûsî, tefsirinde der ki: Peygamber (s.a.v) in insanlara ve cinlere gönderilmiş olduğu zorunlu olarak bilinmektedir. İnkâr edene kâfir denilir. Sübkî gibi bir kısım araştırmacılar, meleklere dahi gönderilmiş olduğunu söylemişler ve bazıları bu âyeti delil getirmişlerdir. Masum
olanlara gönderilmenin faydası da, çağrısına uymakla onun şerefine hizmet etmektir. Şimdi düşünmeli ki, böyle bütün âlemleri korkutma yetkisi ne büyük kuvvet ve şandır. Ve bu kuvveti getiren Furkan ne büyük bir delil ve buyruktur. İşte Peygambere bu Furkan ile bu büyük kuvvet ve yetki verilmiş bulunuyor. O hald e, o kulun efendisi, ona o Furkan'ı indirmiş olan Mevlâ, ne yüce, ne kutlu tanrıdır!
2- O ki bütün göklerin ve yerin mülkü (dilediği gibi kullanma yetkisi) hep O'nundur. Gerek gökler ve gerek yer ve gerek bunlardaki yukarı ve aşağı bütün şeylerden mülk, yani tam tasarruf yetkisi, yaratmak, yok etmek, yaşatmak; öldürmek gerektiği şekilde dilediği gibi buyruk ve yasaklarıyla egemen olmak, saltanat, şehinşahlık hep O'nun, yalnız O'nundur. Başkasına bağımlı olmadığı gibi ortaklığı da yok...
Hem hiç çocuk edinmedi. Çocuğu olmaktan uzak olduğu gibi bir çocuk da edinmiş değil. Hıristiyanların dediği gibi değil (Bakara, 2/116; Mâide, 5/18 ve Tevbe, 9/30. âyetlerin tefsirine bkz.). Hem mülkte hiçbir ortağı da yoktur. Mecusilerin dediği gibi d e değil. Yüce sözündeki kasırdan (mülkü yalnız O'na tahsis etmeden) bu da anlaşılmıştı. Böyle iken ayrıca açıklanması; ikidir, üçtür, diye ortaklık iddia edenleri açıkça çürütmeye özen göstermek içindir. "Hiç çocuk edinmedi" cümlesinin araya konması da bunun içindir. Böylece evvela bunun öncekine bağlı olmayıp ayrıca anılmak istenilen şey olduğu gösterilmiş, sonra çocuk edinmenin sonucu dahi ortak edinmek olacağından, edinmemenin sebebi de anlatılmıştır. Yani, bu cümle, öncekine değil, ikinciye bağlanmıştır.
İyi ama bu mülkü nasıl bulmuş ve bu kadar büyük mülk ortaksız yapayalnız nasıl yönetilir, denecek olursa, buna karşı söz başı "vâv"ı ile buyuruluyor ki, her şeyi yarattı, başka birinden almadı, kazanmadı, doğurmadı, yarattı, yokken var etti de gerçeğine erişilmez bir takdir ile her birine bir sınır ve ölçü belirleyerek hikmetine göre dilediği gibi hepsini bütün sonuçlarıyla hazırladı. O'nun için güçlük yok, her şey bütün mukadderatı ile O'nun kudret eli altında, kul, yaratılmış olup hepsi n i dilediği gibi kullanır, böylece her şeyin bir sınır ve ölçüsü var ki, onu asla aşamaz. O'nun kudretine ise sınır ve son yok, bundan dolayı hiç bir şey, yaratılmış olma sınırını aşıp da O'na ortak olmaya güç yetiremez, O öyle yüksek, öyle Tebârek...
3-Bu Furkan ile gerçek tam mânâsıyla yerleştirilip tebliğ edildikten sonra, inzar (korkutma)ın sebebine geçilerek buyuruluyor ki, böyle
iken tuttular da O'ndan başka bir takım ilâhlar (mabudlar) edindiler. O her şeyi yaratanı bıraktılar da O'nun berisinden öyle şeylere taptılar ki hiçbir şey yaratamazlar fakat kendileri yaratılır dururlar; yani kendilerinin yaratılmış oldukları görülüp duruyor, yahud mabud (tanrı) diye yalan yere uydurulup duruyorlar.
HALK: Yokken meydana getirmek, yani yaratmak mânâlarına geldiği gibi (Ankebut, 29/17) gibi "yalan uydurmak" mânâsına da gelir. Burada bazı müfessirler bu mânâyı tercih etmişlerse de görünen açık mânâ öncekidir. Allah'tan başka tapılan şeylerin hepsi, putlar gibi yalan, uydurma mabud ol d uğu, onların yaratılmış olduklarından da anlaşılır. İlmî bakış açısından ifadenin asıl ruhu da, yaratılmışın, yaratan yerine konmasındaki çelişkiyi göstermektedir. Bunu daha fazla izah için buyuruluyor ki ve kendi kendilerine bir zarara da malik değil l er, bir menfaate de. Bu cümlenin açıklamasında "ve kendilerinden ne bir zararı gidermeye, ne de kendilerine bir fayda verecek şeyi getirmeye güçleri yetmez" deniliyor, çünkü sonra gelen zarar fiilinin sılası sayılıyor. Ve bir şeyin kendine zarar vermesi a kla uygun olmadığından zarar, zararı gidermek mânâsına kullanılmış oluyor. Bu mânâ, tam anlamıyla yalnız cansız putlara uygun olabilir. Bu ise hem kasrın, hem de ilâhî sözün görünen mânâsından uzaktır. da asıl olan sebeb gösterme olduğu gibi ye i l işkisi de açıktır. Bu bakımdan değil buyurulmuştur. O halde "nefisleri için" "kendileri için" demek olmalıdır. Buradaki olumsuz kılınan (nefyedilen) yalnız kendilerine ait olan olumsuzluk ve zarar değil, kendi zatlarının nedeniyle m utlak olumsuzluk ve zarardır. Yani kendiliklerinden, kendi istekleri ile hiçbir zarar ve fayda vermeye güç yetiremezler kendilerinden (bizâtihim) olsalar bile, kendiliklerinden (lizâtihim) değillerdir. Olabilir ki, mesela güneşte veya Firavun gibilerde y a hud Mesîh gibilerde bir fayda veya zarar görülmüşse o onların lizatihi kendi kudretlerinden, kendi sahip olduğu şeylerden değil, yüce yaratıcının verdiği güç ve kuvvettendir. Lizatih: (kendiliğinden) olsa idi yok olmazlardı. Bu mânâ "Kendisinden başk a ilâh olmayan diri olan, herşeyin yönetimini elinde bulunduran yüce Allah'tan mağfiret dillerim. Kendi nefsine zulmeden gerek hayat, gerek ölüm ve gerekse tekrar dirilme bakımından kendi nefsine malik olamayan bir kulun tevbesi ile tevbe ederim" anlamın a da uygundur. Burada
zararın önce getirilmesi de dikkate değer. "Def'-i zarar, celb-i menfaatten akdemdir. (zararın yok edilip kaldırılması, faydanın getirilip konulmasından öncedir) kuralına işaretle zararı yok edip kaldıramayanın bir fayda getirip koyamayandan daha güçsüz olduğunu anlattığı gibi, zarar vermenin faydalı olmaktan kolay olduğunu da anlatır. Bir de, Allah'tan başkasına tapanların fayda elde etme duygusundan önce, zarar korkusuyla taptıklarını ortaya koyar. Çünkü diktatörler ve zalimler, insa n ları daha çok korkutma politikasıyla kendilerine tapındırmaya uğraşırlar. Ve bu yüzden bir çok zavallılar, o gücü, onların kendilerininmiş gibi sanarak korku belasıyla onları tanrı yerine koyar, Allah'ı unuturlar. Fakat bilmeleri gerekir ki, aslında o gü ç ve kuvvet onların değildir. Allah dilemeyince onlar kendi başlarına ne bir zarar yapabilirler, ne de bir fayda sağlayabilirler. Ne ölüme maliktirler, ne hayata, ne de nüşûra (ölümden sonra tekrar canlandırmaya.).
NÜŞÛR: "Neşîr" gibi bazan edilgen bazan etken olur. Edilgen olursa bir şeyi açıp yaymak mânâsına gelir ki, dilimizde "neşir" "neşriyat" ve "menşûr" bu mânâdadır. Bunun etkenine "intişâr" denilir. Etken oldukları zaman ise ölmüş olan bir şeyin canlanıp kalkması anlamındadır ki, Kur'ân'da "nüşûr" kelimesi genellikle bu mânâdadır. Bunun edilgenine de "inşâr" (ölüyü diriltme) denilir. "Ve o su ile ölü bir toprağa can verdik" (Kâf, 50/11) gibi. Şu halde bu mânâ şöyle olur: Ne ölüm elindedir, ne dirim, ne de ölümden sonra ahirette kalım; bu n ların hiçbirinde ne kendileri, ne başkaları hakkında diledikleri gibi tasarruf yapamazlar. Bunlara sahip olmayan ise mabud (ilâh) olamaz. Böyle iken bütün bunlara malik olup her şey kudret elinde bulunan Allah'a kulluğu bıraktılar da, öyle güçsüz şeylere taptılar. Peygamberliğe gelince:
4- Ve o küfredenler bu açıklamaya karşı dediler ki bu Kur'ân, Furkan falan değil sırf bir iftira onu o uydurdu ve buna karşı diğer bir kavim de ona yardım etti. Yabancılardan yahudilerden öğreniy or dediler. (Nahl, 16/103. âyetin tefsirine bkz.)
Böylece zulüm ve tezvîre büyük bir haksızlığa ve yalancılığa gittiler
5- ve, evvelkilerin esatıyri, uydurma masalları (esâtıyr kelimesi hakkında En'âm, 6/25. âyetinin tefsirine bkz.) Onları kendine yazdırtmış da işte sabah akşam kendisine okunup duruyor" dediler. Haksızlıkta, yalancılıkta, yalanı telleyip pullamada bu derece ileri gittiler. Böyle haksız yalancılara başka sözün gereği yok.
6-Yalnız onu, "o göklerde ve yerdeki sırrı bilen
indirdi" de. Yani o sizin zannettiğiniz gibi uydurma veya eskilerin uydurma masalları değil, ilâhî sırları içinde bulunduran gökten indirilme bir kitaptır. Çünkü onu, göklerin, yerin gizliliğini bilen yüce Allah indirdi. O gerçekten gafûr (yarlıgayan) bir rahim (merhamet eden) bulunuyor. Bu sebepten o haksızlık ve yalan uydurmalarınıza karşılık kötü sonuçlarınızda ivedi davranmıyor da, geriye bırakıyor.
7-8-9- "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer." dediler. Haber ver ildiği üzere, Kureyş kabilesinden Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu Sufyân b. Harb, Nadr b. Haris, Ebu'l-Buhturî, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Velîd b. Muğire, Ebu Cehil b. Hişâm, Abdullah b. Ebu Ümeyye, Ümeyye b. Half, As b. Vail, Nebih b. Hac c ac ile Münebbih b. Haccac toplanmışlar ve birbirlerine "Muhammed'e bir haber salın, kendisiyle bir konuşun, karşılıklı konuşarak tartışın ki, mazur olasınız (günah sizden gitsin) demişler ve bunun üzerine "Kavmin senin için toplandılar, seninle konuşmak i stiyorlar" diye haber göndermişlerdi. Peygamber (s.a.v) geldi. "Ya Muhammed, biz senin hakkında mazur olalım (günah bizden gitsin) diye sana haber gönderdik. Şimdi bak! Sen eğer bu sözle mal istiyorsan, sana mallarımızdan mal toplarız ve eğer şeref istiyo r san seni Efendi tanırız, büyükleriz ve eğer mülk istiyorsan seni başımıza melik (kral) yaparız" dediler. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki "Bende dediklerinizden hiçbiri yok. Ben size getirdiğimi ne mallarınızı almak için, ne içinizde şeref için, ne de üzerin i zde melik olmak için getirmedim. Fakat yüce Allah beni size bir elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap indirdi ve size bir müjdeci ve korkutucu olmamı emretti, ben de size, rabbımın elçiliğini bildirip iyilikle öğüt verdim. Eğer siz getirdiğimi alırsanı z o sizin dünya ve ahirette payınızdır ve eğer onu kabul etmeyip bana geri verirseniz, yüce Allah, benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar ben, yüce Allah'ın emrine sabrederim". Bunun üzerine "Ya Muhammed! dediler, Eğer vermek istediklerimizden hiçbir şey kabul etmeyeceksen o halde, kendin için Rabbinden iste: Yanında seni doğrulayacak ve senden bizi uzaklaştıracak bir melek göndersin. Hem iste de sana bağlar, bostanlar ve altından, gümüşten köşkler yapsın da seni çalışmadan kurtarsın; çünkü sen de biz i m gibi çarşılarda dolaşıyor, geçimlik arıyorsun. Eğer sandığın gibi elçi isen o zaman üstünlüğünü ve Rabbinin yanındaki yerini anlarız" Buna karşı Resulullah "Hayır, ben size bunun için gönderilmedim. Yüce Allah beni bir müjdeci ve korkutucu olarak gönder d i" dedi. İşte bu âyetler bu sebeple indirildi.
de "mâ" soru, "lam" cer harfi olduğundan, kural şeklinde bitişik yazılması idiyse de imam Osman b. Affan'a ait mushaf hattında şeklinde "lâm " ayrı yazılmış ve dolayısıyla burada böyle yazılması muteber bir sünnet olmuştur.
Meâl-i Şerifi
10- Öyle yücedir O ki, dilerse sana ondan daha iyisini, altından ırmaklar akan cennetler verir, sana köşkler de yapar.
11- Fakat onlar o saati (kıyameti) de yalanladılar. Biz ise o saati yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.
12- Ki, cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun bir hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.
13- Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman da, oracıkta yok olmayı isterler.
14- (Onlara şöyle denilir) Bu gün bir yok olmayı değil, nice yok olmaları isteyin!
15- De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaad olunan ebedilik cenneti mi? Çünkü orası, onlar için bir mükafattır ve bir varış yeridir.
16- Onlar için orada ne isterlerse var, hem orada ebedî kalacaklar. Çünkü bu Rabbinden yerine getirilmesi istenen bir vaaddir.
17- Hele o gün Rabbin onları Allah'tan başka taptıkları şeylerle toplar da, der ki: "Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi yolu kaybettiler?"
18- Onlar: "Sübhansın seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir kavim oldular." derler.
19- (Bunun üzerine ötekilere hitaben şöyle denilir.) İşte (taptıklarınız)
sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar. Artık ne (azabınızı) geri çevirebilir, ne de bir yardıma çare bulabilirsiniz ve içinizden kim zulmederse, ona büyük bir azab tattıracağız.
20- (Resulüm!) Biz senden evvel de peygamberleri başka türlü göndermedik. Şüphesiz onlar hem yemek yiyorlar, hem çarşılarda geziyorlardı (sokaklarda yürüyorlardı). Sizin bir kısmınızı bir diğerine fitne (imtihan sebebi) kılmışızdır ki, bakalım sabredecek misiniz? Zira Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.
10- Ne mübarektir o ki dilerse sana ondan -onların söyledikleri hazine ve bahçelerden- daha iyisini verir. Yalnız bir cennet değil cennetler, hem altından ırmaklar akar cennetler verir, yani ahirette söz verdiği cennetler gibi dilerse dünyada da verir, İslâm yurdu olur. Senin için köşkler de yapar.
11-*} "Fakat onlar kıyamet saatini yalanladılar."
BEL: Bir bağlaç harfidir ki, asıl mânâsı ıdrabdır (Yeni bir hükme dönüştür). Bazen de "hattâ" gibi terakkî, ileriye geçme ifade eder.
İDRAB: Sözü üstünden altına çevirmek, yani bakışı öncesinden keserek geleceğe yöneltmektir. Bunu "belki" diye tercüme etmek meşhur olmuştur. Gerçekte, kelimenin yapısına ve söylenişine göre ondan alınmış, denilecek kadar da uygundur. Fakat dilimizde "belki" idrabtan (sözü ve nazarı üstten keserek alta yöneltmekten) çok ümid ve ihtimal için kullanılmaktadır. "Dur bakalım belki gelir" dem e kte hiç İdrab mânâsı yoktur. İdrab; "Yok, hayır" "daha doğrusu" demektir. Bu mânâ kasır ve istidrake benzer olduğundan son zamanlarda "fakat" kelimesi de "bel" ve "lakin" yerinde kullanılır olmuştur. Böylece "fakat onlar kıyameti yalanladılar" demek olur. Bu cümle yukardaki bölümüne atfolunmuş ve ondan İdrab ile, diğer küfürlerini anlatmaya ve açık bir şekilde kötü sonlarını haber verip korkutmaya intikaldir. Yani, daha doğrusu onlar saate, kıyamet ve ahirete inanmıyorlar, Kur'ân'ın öyle uydurma olmadığını bilmediklerinden değil, ahirete, cezaya inanmadıklarından dolayı o inançsızlığa ve sapıklığa düşüyorlar, o haksızlığa ve yalancılığa gidiyorlar.
Halbuki biz o saati (kıyameti) yalanlayan kimselere öyle korkunç bir ateş hazırlamışızdır ki
1 2- onları uzak bir yerden gördüğü zaman -ki onlar ister görsünler ister görmesinler.- onun korkunç hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.
TEGAYYÜZ: Gayzlanmak, öfkelenmek; ZEFÎR, içeri nefes almaktır. Demek ki, cehennem onları uzaktan gördüğü zaman öfkesinden dehşetli sesler çıkarıyor, sümürmek için içine çekiyor. Burada görülüyor ki, gayzlanmak, zefirlenmek gibi görmek de ateşe nisbet edilmiştir. Onlar cehennemi gördüğü zaman değil, cehennem onları gördüğü zaman Bu ise cehennem a t eşini bir kavrayış sahibi gibi anlatmak demektir. Bunu birçokları, "görünecek bir yerde bulundukları zaman" demek gibi gerçek mânâsı dışında bir mânâya yorumlamak istemişlerdir. Aslında cehenneme, anlama ve kavrama fiili nisbet edilmesi sadece burada deği l, "O gün cehenneme 'Doldun mu?' deriz. O da 'Daha var mı?' der." (Kâf, 50/30) âyeti ve "Ateş Rabbine şikayet edip: 'Ya Rabbî bir kısmım bir kısmımı yedi' dedi" hadisi gibi diğer yerlerde de geçmiştir.
Bir de Alûsî'nin naklettiği üzere Taberânî ile İbnü Merdûye, Mekhûl tarîkı ile Ebû Ümâme (r.a)den şunu haber vermişlerdir: Demiştir ki; "Resulullah (s.a.v) her kim bilerek bana atfen yalan söylerse, cehennemin iki gözü arasında oturacağı yere hazırlansın." buyurdu. Ya Resulullah! cehennemin g ö zü var mıdır, dediler. "İşitmediniz mi, yüce Allah "Onları uzak bir yerden gördüğü zaman" buyuruyor, gözleri olmasa görür mü?" buyurdu. Şu halde tevile gidilmeyip konuyu Yüce Allah'ın kudretiyle sırrî bir şekilde düşünmek gerekir. Özellikle "De k i, onu göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirdi" (Furkan, 25/6) hatırlatmasından sonra, bunun o gizliliğe açık bir bağlantısı göze çarpmaktadır.
13-20- Orada "sübûrâ"; yani "Ey sübûr, ey helak (yok oluş) neredesin! Gel de bizi kurtar diye feryad ederler.
İstenecek vaad, yahut istenildiği halde vaad, yani yüce Allah onu kullar tarafından istenilmek şartıyla vaad ve taahhüd buyurmuştur.
Meâl-i Şerifi
21- Bununla beraber, bize kavuşmayı ummayanlar "Bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik" dediler. Andolsun ki, doğrusu nefislerinde kendilerini büyük gördüler ve büyük azgınlık ettiler.
22- Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkarlara hiçbir sevinç haberi yoktur. Ve yasak yasak, diyeceklerdir.
23- O nların yaptıkları her bir iyi işi dikkate alırız, fakat onu saçılmış zerreler haline getiririz.
24- O gün cennetliklerin kalacakları yer çok iyi, dinlenecekleri yer pek güzeldir.
25- O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde yarılacak ve melekler böl ük bölük indirileceklerdir.
26- İşte o gün gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah'ındır. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gündür.
27- O gün zalim kimse ellerini ısıracak: "Eyvah!" diyecek, "keşke Peygamberin yanında bir yol tutsaydım!"
28- "Eyvah!" diyecek, "keşke falancayı dost edinmeseydim.
29- Çünkü zikir (Kur'ân) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.
30- Peygamber dedi ki: "Ey R abbim! Kavmim bu Kur'ân'ı terkedilmiş (bir şey yerinde) tuttular."
31- (Resulüm!) Ve işte biz böyle her peygamber için günahkarlardan bir düşman yapmışızdır. Bununla beraber hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.
32- Yine o inkâr edenler dediler ki: "O Kur'ân ona, hepsi birden indirilseydi ya"! Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.
33- Hem onlar sana karşı herhangi bir mesel ile gelmezler ki, biz sana (onun karşılığında) doğrusunu ve tefsirin daha güzelini getirmiş olmayalım.
34- O yüzleri üstü cehenneme toplanacaklar var ya! işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.
21- "Bize kavuşmayı ummayanlar, bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler." Bu cümle cümlesine atfolunmuş olup, o kâfirlerin diğer saçmalarını hikaye ile red ve uyarıdır.
RECÂ: Bilinen geniş mânâsı ile emel (arzu) demektir. Lügatçıların çoğu birini diğeriyle açıklamışlardır. Bununla beraber aralarında ince fark gösterenler de vardır. İbnü Hilal'in Fürûk isimli eserinde "Emel, sürekli bir arzu ve istektir. Onun için bir şeye bakış, devamlı olup uzayınca "teemmül etti" uzunca düşündü denilir. Bir de emel, mümkünde ve muhalde (im k ansızda) olur, reca ise mümküne mahsustur denilmiştir" Mısbâh'ta da der ki; emel, ümidsizliğin zıddıdır. Çoğunlukla, meydana gelişi uzak olan şeylerde kullanılır. Tam ise meydana gelişi yakın olan şeyde kullanılır. Recâ, emel ile tam arasındadır. Çünkü re c â (ümit) eden emelinin meydana gelmemesinden korkar, bu sebepten tama mânâsında kullanılır. Recâ nefi halinde kullanıldığında bazan korku mânâsını da ifade eder ki, buna "lügat-ı tihâmiyye" (Mekke lügatı) denilmiştir. Buna göre "korkmazlar" bilinen mânâ s ıyla arzu etmezler, gerçek lügata göre ise ümit etmezler, demek oluyor ki, burada en uygun olan da budur.
LİKÂ: Aslında bir şey ile buluşmaktır. Dokunmak, şart olmaksızın bir şeye ulaşmak diye de ifade olunmuştur. Görme fiili hakkında da kullanılır. Bundan dolayı "likâullah (Allah'a kavuşmak)" rü'yetullah (Allah'ı görmek) veya Allah'a ermek yahud kıyamet günü hesap ve ceza için yüce Allah'ın karşısına çıkmak demektir. Ve karşımıza çıkacaklarını ümit etmeyenler demek, kıyamet gününde tekrar dirilmeye v e toplanmaya, ahiret sorumluluğuna inanmadıkları için Allah'tan korkmayanlar demeyi de ifade eder. Yani Allah'ı görmeye yüzü olmayan, Allah'ın karşısına çıkacaklarını, azabına çatacaklarını ümit etmeyen, ahirete inanmaz, Allah'tan korkmazlar o melekl e r bizim üzerimize indirilseydi ya yahud Rabbimizi görsek ya, dediler. Andolsun ki, gönüllerinde kendilerini büyüksündüler. Çünkü öyle demekle kendilerini Peygamberin yerinde veya daha üstün görmek istiyorlar ve hatta Allah'a karşı büyüklük taslıyo r lar ve büyük bir haksızlıkla azgınlık ettiler. Bunca açık delilleri tanımadılar da kutsal meleklerin bile önüne çekilmiş olan "Beni göremeyeceksin" (A'râf, 7/143) perdesinin, kötü nefislerine
karşı yırtılmasını istediler.
22-Evet onlar melekl eri görmeyecek değiller, fakat melekleri görecekleri gün, günahkarlara o gün sevinç haberi yoktur. O halde o azgın günahkarlara hiç sevinç haberi yoktur. "Yasak yasak diyeceklerdir." Ve derler. Bir düşman rastgeldiği veya tiksinti ver e n bir şey hücum ettiği sırada söylenen bir deyimdir ki, fiili zikredilmemiş mutlak mef'ul halinde te'kidli (pekiştirmeli) bir cümledir. Fiili veya takdirinde emir veya geçmiş zaman kipi olabilir ve bu suretle yerine göre ya bir dua ve istiâze, y a ni bir yalvarış ve sığınış, yahut da bir men ve göz dağı verme ifade eder. Bir dua olduğuna göre "etme, kıyma, evlerden ırak, dağlara taşlara" demek mânâsında olur. Diğerinde de "yasak, men edilmiş, yahut davranma!" demek gibidir. Burada her iki anlam ile açıklanmıştır. nin zamiri, günahkarlarla ilgili olduğuna göre, günahkarlar o meleklere "aman etmeyin, kıymayın, bizim yanımıza yaklaşmayın, öte öte tarafa" derler. Meleklerle ilgili olduğu takdirde de melekler, o günahkarlara "davranmayın size o müjde ve cennet men edilmiş; yasak, kesinlikle yasak" derler.
23- Hem varmışızdır amel denecek, yani iyilik yönünden her ne yapmışlarsa da onu saçılmış zerreler haline çevirmişizdir, boş yere yapılan işler haline koymuşuzdur.
HEBA: Bir pencer eden güneş ışığı vurduğu zaman içinde uçuştuğu görünen tozdur.
MENSÛR: Saçılmış demektir. Zaten dağınık demek olan heba (zerre) yı bir de bu şekilde nitelemek, onu bir daha saçılmış olarak tasvirdir ki, o zerre hiç görülmez bir hale gelir.
Burada bir temsilî istiare vardır. Şöyle ki, bütün iş ve halleri isyan etmiş ve bundan dolayı idarecileri tarafından verilip bütün evrak ve tutanakları parçalanarak dağıtılıp yok edilmiş bir topluluğun haline benzetilmiştir. Veya kudüm (varmak), kasıttan mecaz o lduğu gibi, büsbütün yok edilmiş, hiçe indirilmiş olan amel ve işlerinin de hedeflenen gayeden uzak kalması ve bir hedefe dizilmeleri mümkün olmaması nedeniyle saçılmış zerrelere benzetilerek teşbih-i müfred suretiyle ayrı ayrı birer istiâre yapılmıştır. Y ani o günahkarların, misafirleri konuklamak, akrabaları gözetlemek, çaresizlere yardımcı olmak, insanlığa yararlı bir iş yapmak gibi bazı işleri varsa bile, o inkârcılıkları ve azgınlıkları
yüzünden hepsi yok olmuştur. Hiçbirinin karşılığında bir fayda ve iyilik görmezler.
24- Öyle günahkarlar değil, cennetlikler, yani "Yoksa müttakilere vaad edilen ebedilik cenneti mi..." (Furkan, 25/15) âyeti ile açıklandığı üzere, cennet kendilerine söz verilmiş olan müttakilerin o gün -o melekleri görecekleri gün- kalacakları yer çok iyi dinlenecekleri yer pek güzeldir
MÜSTEKARR: Karargah, yani oturmak, konuşmak için çoğu zaman kaldığı yer,
MAKÎL, öğle uykusu, uyku yeri, insanın kuşluk uykusunu uyuduğu, dinlendiği yer demektir.
Ce nnette uyku olmadığına göre burada makîl yalnızca dinlenme yeri, diye açıklanmıştır. Bununla birlikte o günün yarısında hesaptan kurtulunacak da cennetlikler cennette, cehennemlikler cehennemde bir öğle uykusu uyuyacaklar, diye rivayet edilmiştir.
25- O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde çatlayacak. "Onlar Allah'ın ve meleklerin buluttan gölgelikler içinde kendilerine gelmesini mi bekliyorlar" (Bakara, 1/210) âyeti kerimesinde anılan beyaz bulutun doğması sebebiyle gökyüzünün çatlayacağı v e meleklerin bölük bölük indirileceği o gün.
26- İşte o gün gerçek hükümranlık çok merhametli olan Allah'ındır. Çünkü o gün her hükümdarlık sona erer. Ancak Rahman'ın hakkı olan hükümranlık kalır. Ve kâfirler için ise o, pek zorluklu bir gün olmuştur.
27- O gün zalim kimse ellerinin üstünü ısıracak. "Eyvah bana, diyecek; keşke ben peygamberin yanında bir yol tutsaydım." Bilindiği gibi el ısırmak kızgınlık ve ümitsizlikten kinayedir. Zalim kelimesinden kastedilen cins, yani bütün zalimlerdir. Fakat burada âyetin indirilmesine sebep Ukbe Ebî Muayt'tır, denilmiştir.
28- Vay şu başıma gelene keşke ben filan kimseyi dost edinmeseydim. Filan, özel isimlerden kinayedir. Bunun gibi cins isimlerden kinayede "hen" (dilimizde şey) denilir.
29- Çünkü zikir (Kur'ân) bana gelmişken, o hakikaten beni ondan saptırdı. Zikirden maksat, Allah'ı anmak, Allah'ın kitabı veya Peygamberin öğütleri veya âyetin indiriliş sebebine bakarak kelime-i şehadettir. "Zikrin en
üstünü: Lâ ilâhe illallâh, demektir." Ukbe b. Ebî Muayt, Hz. Peygamber (s.a.v)in toplantısına çokça gelirmiş. Bir gün ziyafete davet etmiş, Peygamber efendimiz iki şehadet kelimesini söylemeden, yemeğini yemekten kaçınmış. Bunun üzerine Ukbe de kelime-i şehadeti getirmiş, Übey b. Half de onun yakın arkadaşı imiş. Kendisini azarlamış "sapıttın" demiş. O da "Yok, fakat evimde yemeğimi yemekten kaçındı, onun için utandım da şehadet getiriverdim" demiş. Diğeri: "Hayır, sen ona varıp ensesine vurup yüzüne tükürmezsen senden h oşnut olmam" demiş. Bunun üzerine Dârunnedve'de Peygamber secdede iken rastgelmiş ve o kötü fiili işlemiş.
O zaman Peygamber (s.a.v) Mekke dışında rastlarsam mutlaka senin başına binerim, buyurmuştu. Bedir günü esir edildiği zaman Hz. Ali'ye emir verip boynunu vurdurdu. Ubey de Uhud'daki savaşta aldığı yaradan Mekke'ye vardığında öldü. İşte böylece Ukbe'ye zikir geldiği halde Ubey şeytanlık ederek onu sapıtmıştı. Öyle ya şeytan, insana çok hızlankar olmuştur.
HIZLAN: Yardımsız bırakmaktır. "Hazûl" ondan mübalağa kipidir. Yani gerek cinlerden, gerek insanlardan olsun şeytan insanın hayrına dost olmaz, kendi hesabına bir felakete düşürmek için dost görünür; sonunda da başı sıkıntıya girince onu yardımsız bırakır, çekiliverir.
30- Peygambe r de, Ya Rab! demekte, yani bir taraftan da Peygamber Allah'a şöyle şikayet etmektedir: Kavmim bu Kur'ân'ı mehcur tuttular. Mehcur tutmak iki anlama gelir birisi terkedip uzak durmak, onunla amel etmemektir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuş t ur: "Her kim de Kur'ân'ı öğrenir de Mushaf'ını asar, ilgilenmez ve bakmazsa; kıyamet günü gelir, yakasına sarılır 'ya Rab! Bu kulun beni mehcûr tuttu (beni terkedip uzak kaldı, benimle amel etmedi), benimle arasında hüküm ver' der." Diğer anlamı ise; hak k ında saçma sapan konuştular, evvelkilerin uydurma masalları dediler, demektir. Peygamberin bu şekilde şikayetini söylemek büyük bir tehdittir. Çünkü peygamberler kavmini Allah'a şikayet ettikleri zaman haklarında azab çabuklaştırılmış olur.
31- V e işte böyle ya Muhammed! Sana yaptığımız gibi her peygamber için de günahkarlardan bir düşman yaptık ve bu sebepten sen de onlar gibi sabret. Onları yok etmek için yol
gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter.
32-33- Yine o inkâr cılar Kur'ân ona hep birden indirilseydi ya, dediler ki gereksiz bir itiraz, sanki Tevrat birden indirilmiş de Kur'ân da öyle olsa imiş. Gerçek şudur ki, kanunun aslı olan icaz, yani benzerinin yapılamaz oluşu, tek tek âyet âyet indirilmesi ile hepsi birden indirilmesi arasında fark edecek değil; hatta parça parça indirilmesinin, onun bir benzerini yapma konusunda kendilleri için faydaları da vardır.
Bu sebepten bu yüzden kalbine iyice yerleştirmek için böyle indirdik; böyle ayrı ayrı cümle cümle indirmekle önce, belleğe alınması sağlam olacak. İkincisi, peyderpey olaylara göre inişinde mânâ yönünden daha fazla bir görüş ve derinlik; hem teorik, hem pratik bir kıymet ve güç bulunacak. Üçüncüsü, her yeni inen yıldız ile ayrıca bir meydan okuyup ç ekişmeden aciz bırakılarak her defasında yeni bir kalp kuvveti verilecek. Dördüncüsü, nasih ve mensuh ile zamanına göre hüküm koymayı, açıklamanın ve tefsirin çeşitli usul ve kuralları öğretilecek... Bu şekilde ve benzersiz bir tertil ile tertil eyled i k; ağır ağır, güzel bir okuyuşla okuduk. Hem sana herhangi bir mesel ile gelmezler ki, yani mesel denecek derecede ilginç herhangi bir soru veya hal ile gelmezler ki mutlaka biz sana (onun karşılığında) doğrusunu ve tefsirin daha güzelini getirmiş olmayalım. İşte hepsinin toptan ve birden indirilmemesinde bir de bu fayda vardır.
34- Öyle cehenneme yüzleri üstü, yani tepeleri aşağı veya sürüklenerek, yahut kalpleri bayağı şeylere meyilli olduğu gibi, yüzleri de ona düşmüş olarak mahşerde toplanılacak kimseler işte onlar, yerleri en kötü ve yolları en şaşkın, en sapık kimselerdir.
Meâl-i Şerifi
35- Andolsun ki Musa'ya kitap verdik, kardeşi Harun'u da ona yardımcı yaptık.
36- "Haydi âyetlerimizi yalan sayan o kavme gidin" dedik. Sonunda (yola gelmediklerinden) onları yerle bir ettik.
37- Nuh kavmine gelince, Peygamberleri yalancılıkla itham ettiklerinde, onları suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret yaptık. Biz zalimler için acıklı bir azab hazırlamışızdır.
38- Ad'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında daha bir çok nesilleri de (inkârcılıkları yüzünden helak ettik)
39- Onların herbirine misaller getirdik; (ama ögüt almadıkları için) hepsini kırdık geçirdik.
40- (Resulüm!) Andolsun ki, (bu Mekke 'li putperestler), bela ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye uğramışlardır. Peki onu da görmüyorlar mıydı? Hayır! Onlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktadırlar.
41- Seni gördükleri zaman "Bu mu Allah'ın Peygamber olarak gönderdiği?" diye hep seni alaya alıyorlar.
42- "Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı" diyorlar. Azabı gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler!
43- Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?
44- Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.
35-42- Peygamberleri yalanladıkları zaman; burada peygamberlerin çoğul siğası ile getirilmesi fevkalade dikkat çekici görülmüştür.Nuh kavminin Nuh Peygamberden başka yalanladıkları peygamberler kimlerdir? Buna şu cevaplar veriliyor:
1- Nuh ve ondan önceki peygamberler; de mekki, Nuh'tan önce de peygamberler varmış. Nuh Peygamberin kavmi "Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık" (Mü'minûn, 23/24) demekle hepsini inkâr etmişlerdir.
2- Hepsi tevhid de (Allah'ın bir olduğu inancında) birleştikleri için yalnız Nuh'u yalanlama da hepsini yalanlama demektir.
3- Genel olarak peygamber gönderilmesinin mümkün olacağı gerçeğini inkâr etmişlerdir, denilmiştir.
Fakat dördüncü bir ihtimal de hatıra gelebiliyor. O da, Nuh (a.s)'un gönderdiği elçiler mânâsına olmasıdır. Burada bu mânâ bize diğerlerinden daha yakın geliyor. Ancak ikinci ihtimalle birleştirmek mümkündür.
"Ress halkını da." RESS, örülmedik kuyu, demektir. Fakat bu Ress halkının kimler olduğu bilinemiyor. İbnü Abbas'tan "O, Semud'dur" diye bir rivayet var; halbuki burada bağlaç bir başkasını gerektiriyor. Katade'den "Yemâme'de, Ress, diğer namıyla Fele denilen büyük bir köy halkı olup Semud'un geride kalanlarındandılar. Peygamberlerini öldürdüler, yok edildiler" diye rivayet edilmiştir.
Kâ'b, Mukatil ve Süddî, "Şam Antakyası'nda bir kuyunun sahipleri ki, Yâsîn Sûresi'nde (36/20) işaret olunan Habib-i Neccar'ı öldürmüşlerdi" demiştirler. Vehb ve Kelbi'den "Ress halkı, Eyke halkı gibi Şuayb (a.s)ın gönderildiği bir topluluk idi. Putlara t aparlardı, kuyuları ve koyun, keçi ve inek sürüleri vardı. Şuayb (a.s) kendilerini İslâm'a ve kulluğa davet etti. Yalanlayıp azgınlık ve eziyete devam ettiler ve günün birinde örülmemiş kuyuları olan Ress'in etrafında bulundukları sırada orası çöktü ve ye r e geçtiler" diye nakledilmiştir. Ress halkına Uhdûd (hendek) halkı da denilmiştir. Hanzale b. Safvan isimli peygamberin kavmi olup Anka-i Muğrib (Batı Anka kuşu) denilen ve Fetih isimli dağda oturarak avsız kaldıkça, çoluk çocuklarını kapıp götüren ve tüy l eri renk renk olan büyük bir kuş belasına tutulmuşlardı ki, bu kuş Hanzale'nin duasıyla yıldırım isabet edip yok olmuştu. Daha sonra adı geçen Hanzale'yi öldürmüşler, bunun üzerine yok olmuşlardı da denilmiştir. İbnü Abbas'tan bir rivayette de "Ress, Azer b aycan kuyusudur" diye nakledilmiştir. Bir de Ress doğu ülkelerinden birindeki bir nehrin adıdır, buranın halkına yüce Allah Yehuza b. Yakub evladından bir peygamber göndermişti. Onu kuyuya attılar ve bu yüzden yok oldular, denilmiştir. Bu konuda daha baş k a rivayetler de vardır. Bununla beraber, rivayetlerin çoğunda, peygamberlerini öldüren veya kuyuya atan bir topluluk olduğu belirtilmiştir.
Mu'cemü'l-Büldân'da der ki, Ress; kuyu, maden ve bir topluluğun arasını düzeltmektir. Ebu İshak der ki; Kur'ân'da Ress, kuyu demektir. Rivayet edilir ki, bunlar peygamberlerini yalanlayıp bir kuyuya atarak üstünü kapatan bir topluluktur. Ress'in Yemâme'de Fele denilen bir topluluk ve Semud'dan birtakım insanların beldesi olduğu rivayet olunmaktadır. Her kuyu re s stir. İbnü Düreyd demiştir ki; "Ress" ve küçültmesi "Rüseys" (kuyucuk) Necid'de iki vadi veya iki mevkidir. Zemahşerî diyor ki; "Uleyy Ress Kabliyye vadilerindendir, demiş. Başkaları da Beni Esed kabilesinden Beni Munkız b. A'ya'nın bir soyudur, demiş. As m aî, Ress, Beni A'ya'nındır; Rüseys ise Benî Kahil'indir, demiş. Diğerleri de (Furkan, 35/38) âyetinde; Ress Azerbaycan vadisidir. Azerbaycan'ın sınırı "maverayı Ress" Ress'in arkasıdır, demişlerdir. Deniliyor ki, Ress üzerinde "Erran" da bin şehir var d ır. Yüce Allah onlara Musa adında bir peygamber gönderdi. Bu Musa, Musa b. İmran değildir. Onları Allah'a inanmaya davet etti, inkâr ettiler ve yalanladılar, isyan ettiler, o da beddua etti. Yüce Allah da Tâif'ten Haris ve Hüveyris'i tahvil edip üzerlerin e
gönderdi. Bunun için Ress halkı şu iki dağın altında kaldı, deniliyor. Bu Ress'in kaynağı Kalîkalâ'dan başlar, Erran'a, Versan'a ve Mecma'a uğrar; orada "Kürr" ile birleşir ve ikisinin arasında Beylekan şehri vardır. Kürr ve Ress ikisi birleşir ve Cürcan denizine dökülürler. Bu Ress vadisi acayip bir vadidir. Balığın her türlüsü bulunur. Şurimahi denilen balık oraya mahsustur, derler. Miş'âr b. Mühelhil "Bezzbabik" şehrini anlatırken demiştir ki; bir tarafında Ress nehri vardır, Ress nehri Belâscan ovasın a doğru çıkar, bu ovada deniz sahilince Berzend'den Berzaa'ya, oradan Versan ve Beylekan'a doğru uzanır. Bu ovada beşbin köy vardır ve çoğu yıkıntı halindedir. Ancak toprağı iyi ve sağlam olduğu için duvarları ve binaları kalmıştır. İşte bu köyler, Kur'ân ' da adı geçen Ress halkınındı, deniliyor. Bunlar Davud (a.s)un öldürdüğü Calut'un kavmi idiler de denilmektedir."
O fenalık yağmuru yağdırılan belde. Lût kavmine ait şehirlerin en büyüğü olan Sedum kasabası ki, oraya taş yağdırılmıştı. Kureyşliler, Şam'a ticarete giderken, buraya uğruyorlardı.
43- Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? HEVÂ: Nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzusu, soyut isteğidir. Kötü duygularını tanrı edinen denilmeyip de ikinci mefulün önce anılması, kısaltma içindir ki, canının istediğinden başkasını tanrı tanımayan, demektir. Böyle kimselerde hiç hak severlilik yok, sadece bir bencillik vardır. İsteği de gerçek bir fayda değil, sadece canının istediği kuru kuruntudan ibarettir. Bunlar, delil, tanık, hak, hukuk tanımaz, yalnız kendi istek ve zevkine taparlar, zevkleri kendilerinin felaketine sebep olduğunu bilseler de yine hakkı zevklerine kurban ederler. Dini de insanın soyut duygularından, yani sadece istek, arzu ve zevklerinden ibaret sayarl a r; gönülleri neye çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini aramaz, hakkın hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler bile yine tanımazlar. Taberânî ve Hılye isimli eserinde Ebu Nuaym, Ebu Ümame (r.a) den şöylece rivayet etmişlerdir: O, demiş ki; P e ygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın yanında sema gölgesi altında Allah'tan başka tapılan tanrılar içinde, uyulan heva (nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzu)dan daha büyüğü yoktur". Artık sen mi ona vekil olacaksın? Önceki soru t akrirî, bu soru ise inkarîdir. Yani gördün ya, ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da kurtaramazsın.
44- Yoksa sen onların
çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini, yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Hayır ne getirilen bir delili tanır, söz dinlerler, ne de aklî delili tanır, akıl ile hareket ederler. Gerçekten onlar hayvanlar gibidir. Aklına ve işittiğine göre hareket etmez, soyut isteklerine uyarlar. Hatta gidişce daha sapkındırlar Çünkü, evcil hayvanlar kendilerine bakanlara bağlanırlar, k endilerine iyilik edenlerle kötülük edenleri seçerler, faydalarına olan şeyleri arar, zarar veren şeylerden kaçarlar, yediği içtiği yeri tanır, öğrendiği yolu şaşırmazlar. Kendilerine verilen güçlerde tembellik etmez, yaratıldıkları yönde sarfederler. Hak ve hayır inancı olmayan da haksızlık ve kötülük inancı da yoktur. Bu kimseler Rabblarını tanımazlar. O'nun nimetlerine karşı nankördürler. Ebedî fayda olan sevabı istemez, en büyük zarar olan azabdan korunmazlar. Yurtlarına bile hainlik ederler. Yaratılışı bozmaya, fitneler çıkarmaya çalışır, haksızlık ve fitne ile yalan dolan ve aldatma ile dünyayı karıştırırlar.
Bu şekilde, kendi istek ve arzularına tapan kimselerin sapıklıkları anlatıldıktan sonra yüce Allah'ın Rab oluşuna ait delillerden, O'na ait güzelliklerden, O'nun ezelî ve ebedî kudretinden bazı işlere dikkatler çekilerek buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
45- Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi? Dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra biz güneşi, ona (gölgeye) delil kılmışızdır.
46- Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz.
47- Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü yayılıp çalışma (zamanı) yapan O'dur.
48- Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen ve gökten tertemiz bir su indiren O'dur.
49- Ki biz (o suyla) ölü toprağa can verelim, yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım, diye.
50- Andolsun bunu, insanların öğüt almaları için, aralarında çeşit çeşit şekillerde anlatmışızdır; ama insanların çoğu ille nankörlük edip diretmiştir.
51- (Habibim!) Şayet dileseydik elbette her köye bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik.
52- (Madem ki yalnız seni gönderdik) Öyleyse kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'ân ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver!
53- Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir serhat koyan O'dur.
54- O (hakir) sudan, bir insan yaratıp ona bir neseb bahşeden ve sıhriyet bağı ile akraba yapan O'dur. Rabbinin her şeye gücü yeter.
55- (Böyle iken inkârcılar) Allah'ı bırakıp kendilerine ne fayda, ne zarar veremeyen şeylere kulluk ediyorlar. İnkârcı olan kimse Rabbine karşı uğraşıp durmaktadır.
56- (Halbuki) biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
57- De ki: "Ben, buna karşı sizden bir ücret değil, ancak Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmanızı) istiyorum."
58- Sen, ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu h amd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.
59- Gökleri yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden Rahmân'dır. Haydi ne dileyeceksen o her şeyden haberdar olan (Rahmân)dan dile.
60- Onlara "R ahmân'a secde edin" dendiği zaman, "Rahmân da neymiş? Senin bize emrettiğine secde eder miyiz hiç?" derler ve bu emir onların nefretini artırır.
45- Ru'yet (görme)in , "ilâ" harfi ile sılalanınca (bağlanınca ) nazar (bakış) mânâsına gelmesi veya bakışı içine alması gerekir: "Bakmaz mısın Rabbine" veya "görmedin mi, baksana Rabbine" demek olur. Bu bakış ve görüşü kalp fiiline yöneltmek mümkün ise de, açık olanın göz fiili olmasıdır. Halbuki, yüce Rabb'ın zatı, bu âlemde göz ile görülmez .Onun için m ü fessirler burada bir tevil aramışlardır. Çokları "Rabbının yarattığına" diye değerlendirmek g
erektiğini söylemişler; bazıları da, "baksana gölgeye, Rabbın onu nasıl uzattı" mânâsında bir kalb (yer değiştirme) gözetmişlerdir. Ve bu hazif (çıkartma) veya kalb (değiştirme)e bir nükte olmak üzere de "Bakıştan gaye, eserde kalmayıp o eseri yapana varmak olduğuna ait bir uyarmadır" demişlerdir. Bu ise göz fiilinden netice olarak kalp fiiline geçmek demektir. Âciz anlayışıma göre soru cümlesi mahallen mecrur o larak den bedel-i iştimal yapıldığı takdirde ne hazfe, ne kalbe gerek kalmaksızın aynı mânâyı anlamak mümkündür. Bu şekilde Rabba bakış soyut zatı itibariyle değil, gölgenin uzaması hali gibi, yüce Rabb'ın fiil ve işleri ile ilgili şeyler kasdedildiği a nlaşılır ki, "Allahın nimetleri hakkında düşününüz, zatı hakkında düşünmeyiniz" meşhur sözüne uygun olan da budur. Bununla beraber en doğrusu bu gibi yerlerde bakıp görmekten maksat, eserleri görmeye dayanan, kalbî görüş ve biliştir. Âyet-i kerimenin t ertibi şuna işaret eder ki; önce Allah'ın hitabına muhatab olan peygamberler gibi, has kulların sadece gönülleri ile bağlantılı olarak içlerinde yüce Rabb'a bir bakış vardır. Sonra bu bakışın dışında bir gelişme ile fiilden faile geçerek ona ulaşması iste n ilmektedir. Âyetin içeriği bunu ne güzel, ne derin anlatıyor. Bakınız:
O gölgeyi nasıl uzattı? Bilindiği gibi zıll, gölge demektir. Güneşin öyle vakti en yüksek noktaya gelişinden sonraki gölgeye Arapça'da "fey" denildiği için, zıll kelimesi bazan ona karşılık olarak özellikle sabah gölgesine denirse de esasında geneldir. Yani mutlak gölge demektir. Gölge, ışık ile karanlık arasında hoş bir keyfiyyet ve huzur ve istirahatin en önemli şartlarından olan bir nimettir. Kur'ân'da karanlıklar aydınlık t an önce getirilirken, gölge de, güneşin kızgınlığından önce getirilmiştir. "Karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz." (Fatır, 35/20-21) buyurulmuştur. Demek ki, gölge, aydınlığın değil, yakıcı ışığın karşıtıdır. Şu
halde karanlıklar gibi yok olmaya mahkum olmayıp aydınlıkla bir çeşit beraberliği bulunan ve korunma mânâsını içeren bir haldir. Bu sebepten gölge korunma mânâsına geldiği gibi, bir korunmanın içine aldığı şeylere ve orada zevk ve huzur ile faydalanılan nimet hakkında da kullanılır ki, dilimizde bu mânâda daha çok saye deyimi kullanılır. Mesela Zıll-i Arş, Arşın gölgesi, Arşın himayesi, koruması demektir. "Saye endaz oldu, sâyesinde sâyebân olduk" demek "himaye etti, nimetlerinden yararlandık" demektir.
Bu mânâ sebebiyle Kur'ân'da cennete "zıll-i memdûd" denilmiştir. Uzayan gölge ifadesinin buna da bir işareti vardır. Bu âyette kelimesindeki "elif-lâm"ın ahid veya cins olması ve akılların onu anlama derecelerine göre basamak basamak çeşitli mânâlara gelmesi muhtemeldir. Ve heps i nde gölgenin bir nimet olması özelliği hatıra gelmektedir.
BİRİNCİSİ: Gölge cinsinden bir ağaç, bir bina, bir dağ, bir bulut ve bir yer gibi gölgesi bulunan herhangi bir katı cismin faydalanılan gölgesi anlaşılır ki, Ebu's-Suûd'un tercih ettiği görüş budur. Çünkü herkesin anlayabileceği gölge budur.
İKİNCİSİ: Bilinen mânâsı ile gölgelerin en hoşu olan sabah gölgesi, yani tandan güneş doğana kadar olan sabah namazı vakti ki, doğu ufkunun batıya doğru uzanmış gölgesidir. Müfessirlerin çoğu bunu benimsemişlerdir. Bunu herkes kavrayamasa bile çoğunlukla kendi istek ve arzularına tapanların habersiz bulundukları bu gölgedeki nimetin anlamının özel bir önemi vardır.
ÜÇÜNCÜSÜ: Yeryüzünün üzerinde gök kubbe halinde uzayan ve aslında gerçek bir gölge olan gökyüzü olarak açıklanmıştır ki, yukarda geçen hadisteki "Zıll-i Semâ" tabiri izafet-i beyaniyye (açıklayıcı tamlama) ile bu mânâya işaret eder.
DÖRDÜNCÜSÜ: İşaret mânâsı olarak bütün âlem (evren), gölge demek olan şu cisimler âlemi, demektir.
BEŞİNCİSİ: Bütün âlem (evren) üzerindeki yüce Allah'ın koruyuculuğu düşünülebilir ki, gölge onun görünen bir örneğidir.
Medd, çekip uzatmak, yerde ve zamanda uzamak ve yayılmak veya başlangıçta uzayıcı olarak yaratmak mânâlarına gelir. "Görme" ipucu ile gölgenin uzatılması, cisimlerin tasarlanmasıyla uzak mesafelerden göze verilmesi
mânâsı da yorumlanabilir, bu da önemli bir mânâ olur. Sonuç itibariyle, gölgenin ait olduğu cisimden öteye acayip bir uzantısı vardır ki, onu uzatan Rabbındır, demektir. Kendi arzu ve isteklerine tapanlar, en önemli istek, zevk ve arzularının bir gölgenin altına sığınmak olduğunu düşünmezler. O gölgeyi uzatan ise Rabbındır. O halde gölgeye değil, onu uzatan Rabbına tapmak gerekir. Dileseydi elbet onu hareketsiz de kı l ardı. Bu cümle birbirine atıfla bağlanan cümleler arasında bir mu'teriza (ara cümlesi)dır ki, cisimlerin doğal halinin atalet, yani hareket ve durgunluğunun kendiliğinden olmayıp ne verilirse onu kabul ettiğine ve gerçek etkileyicinin, basit etkiler değ i l, yalnız ve yalnız yüce Allah'ın dilemesi ve istemesi olduğuna özellikle dikkat çekme ve uyarmadır. Yani Rabbın dileseydi o gölgeyi uzatmaz, uzattıktan sonra değiştirmez, bir kararda durdururdu. Fakat durdurmaz, değiştirir. Sonra nasıl ona güneşi del i l kılmışız. "Med" kelimesi üzerine atfolunmuştur ve onun hükmüne girmektedir. Şu halde "keyfe" (nasıl) kelimesi başında demektir. Sonra burada üçüncü şahıstan birinci şahsa (gaibten mütekellime) iltifat yapılmış ve yücelik için çoğul kipi kullanılmıştır k i, bakmakta olan muhataba görmek istediğini gösteren bu iltifat, tam yerinde ve pek önemli olmuştur. Öyle ki, bu yüceliğin karşısında tutunabilecek hiçbir şey kalmayacak ve onun için hepsi ele alınmış olacaktır. Güneşin gölgeye delil kılınması ne demektir. Burada güneş, güneş yuvarlağı değil, ışık mânâsındadır. Biz biliriz ki, gölge, ışığın ters tarafında yer alır. Bundan dolayı birçok kimse gölgeyi güneş yapıyor zannederler, gölgenin sebebi ışık sanılır; halbuki, ışık gölgenin zıddıdır. Güneşin doğduğu yer d e gölge kalmaz; gölge, ışığın eseri değildir. Gölgeyi Allah uzatmıştır. O ışıktan önce vardır, fakat görünmez, görünüp bilinmesi ışık aracılığı ile, olur, ışık olmasaydı, gölgenin varlığı bilinmezdi. Bu şekilde ışık, zıddı olan gölgenin varlığına bir deli l, bir işaret yapılmıştır. Işığın çeşitli durum ve özelliklerinden, gölgenin değişmesi ve başkalaşması sonucuna varabilirsiniz, gördüğünüz cisimleri ışığın delaleti ve kılavuzluğu ile gördüğünüz gibi, gölgelerini de ışıkla görürsünüz. O halde, görülenler, e şyanın ışık ile çizilen resimleri, ışık ile göze uzatılan gölgeleri, hayalleridir. Bu şekilde bütün görülen âlem "Âlemde bulunan her şey bir kunutu ve hayaldir. Yahut aynadaki akisler, ya da gölgelerdir" sözüne göre bir gölge ve hayaldir ve bu hayal is e Rabbına bir delildir.
46- Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz. Yani güneş doğdukça gölge çekilmekte ve Allah'tan geldiği gibi, yine yavaş yavaş, azar azar Allah'a döndürülmektedir. Hakikat güneşi görününce,
gölge söner, Hak k'a döner. İşte Hak'tan uzanmış bir gölgeden ibaret olan bütün âlemin de içyüzü bu, sonu budur. Bununla beraber iş sadece bununla kalmayacaktır. Bu tutup çekmenin bir de tekrar yayıp sermesi, bu ölümün ahirette yeni bir dirimi vardır ki, bunu şu âyetten a nlayabilirsiniz:
47- Sizin için geceyi örtü kılan O'dur. Bu uzatılan gölgeden birisi, yeryüzünün gölgesi olan geceyi, vücudu örten elbise gib üzerinize örtü yaptı. Güneş işaretinin bunaltıcılığından, düşmanın çekiştirici gözlerinden saklar ve dinlenme sebeplerinizden birini oluşturur.
Uykuyu bir sübat (istirahat) yaptı.
SÜBAT: Kesmek, durdurmak mânâsından alınmış olarak rahat ve ölüm mânâlarına gelir. Nitekim istirahat gününe sebt günü denilmiştir. Hastalığı dinip istirahat eden hastaya "mesbût" denildiği gibi, ölüye de hayatı kesildiği için "mesbût" denilir. Ebu Müslim, rahat ile tefsir etmiş, Keşşaf sahibi de "mevt" ölüm mânâsını tercih etmiştir. Çünkü karşılığında "nüşûr" geliyor. Gündüzü de bir nüşûr (yayılıp çalışma zamanı) kıldı. Yani gecenin alınıp çekildiği gündüzü de, yeniden bir hayata kalkış, bir öldükten sonra tekrar dirilim yaptı. (Yukarıdaki 25/3 âyetine bkz.) Geceleyin rahat döşeğine yatıp faaliyetlerini durdurarak "O sizi gece öldürendir." (En'âm, 6/60) âyetini n bildirdiğine göre ölmüş olanlar, sabahleyin o gölge geri çekilirken uyanır, harekete ve yayılmaya başlar, yeni bir hayata atılırlar. Bu tekrar dirilmeyi ummayanlar o hayatı istemeyenlerdir.
48- Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O' dur.
BÜŞRAN: Müjdeci demek olan "beşîr" in çoğulu; bazı kırâetlerden "nun" ile okunur ki, "nâşir" in çoğuludur. Neşriyatçıları, yayıcıları demek olur. Masdar olarak kırâeti de vardır ki, "neşr" yaymak için" demektir.
Bununla birlikte bazı kırâette de tekil olarak okunmuştur. Yağmur yerine rahmet diye kullanılması iki nükteyi ifade eder: Birisi felaket tufanı olan yağmurdan sakınma; diğeri de, mânâsının diğer nimetleri de içine aldığına işarettir. Çünkü rahmet, yağmurdan birçok yö n den daha umumîdir. Yani yalnız hava akımlarından ibaret olan rüzgarların değil, gaflet uykusundan uyandıran ilâhî hareketler, fikrî ve sosyal cereyanlar dahi ilâhî rahmetin müjdecileri, dağıtıcılarıdır. Gerçi rüzgarların hepsi müjdeci değildir. Helak edic i
fırtınalar, her şeyi mahveden şiddetli rüzgarlar, gürültülü rüzgarlar vardır. Nice milletler, uyuşmazlık ve ihtilaf ile çarpışmaktan yok olmuşlardır. Fakat ilâhî rahmet de durgun havada gelmez, önünde gönderilen rüzgarların müjdesiyle gelir ve onların yayılma seviyelerine göre intişar edip yayılır. Bundan dolayıdır ki, "Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir" buyurulmuştur. İş tabiata kalsaydı, akımlar olmaz, durgunluk kanunu gereğince her şey aldığı bir şekil üzere giderdi. Fakat yaratılışlar üzerin d e hakim olan ilâhî irade, yüce kudret, rahmetini yayıp genişletmek için bu akımları uyandırır. Gökten tertemiz bir su indiren O'dur. Pislikleri temizleyecek ve hayat kaynağı olacak temiz bir su.
49- "Ki biz (o su ile) ölü toprağa can verelim" . İşte bütün bunlar, Allah'ın varlığını ve birliğini ve kudretinin büyüklüğünü gösteren fiil ve yaratması ve ölümden sonra dirilmenin misal ve delilleridir.
50- Andolsun, biz bunu insanların arasında öğüt almaları için evirip çevirmekteyiz, çeşit çeşit anlatmaktayız.
TASRİF: Bir şeyi değiştirerek türlü şekillere koymaktır ki, evirip çevirmek de odur. Bu daki zamirin neye işaret ve tasrif olunanın ne olduğu konusunda birkaç değişik şey söylenmiştir. Bazısı, yağmur, rüzgar, bulut ve diğer adı geçen şeylerdir demişler; bazıları da bu söze, yani rüzgar gönderip yağmur indirmek sözüne Kur'ân'da tekrar tekrar andık, mânâsını vermiş ise de, açık mânâsı, tefsircilerin çoğunun söylediği gibi "su" ile ilgili olmasıdır. Suyun insanlar arasında evrili p çevrilmesi ise üzerinde uygulanan fiilde ve sözdeki kullanımlardır. Değişik mevsimlerde, değişik yerlerde, değişik şekillerde yağar, çeşitli yerlere dağılır, değişik şekillere girer, donar buz olur, kurur buhar olur, bulut olur, tekrar yağmur veya kar ve y a dolu şeklinde yağdırılır, acılanır, tatlılanır; bütün bunlar fiilen ilâhî değişiklikler olduğu gibi, bu şekilde Kur'ân'ın birçok yerinde bunun hatırlatılması ve Kur'ân'ın o suya benzetilmesi de söz olarak Allah'ın değişik şekillerde açıklamasıdır. Bir s u maddesi, su konusu üzerindeki söz ve fiil olarak bütün değişmeler o insanlar öğüt alsınlar, düşünüp ibret alsınlar, başlangıcı ve sonucu anlasınlar, Rablerine şükretsinler, diyedir. Böyle iken o insanların çoğu ille nankörlük edip dayatmaktadırla r. Bunca kâfirlere karşı
51- Eğer dileseydik elbette her köye bir uyarıcı, o kâfirlere azabı haber verecek bir peygamber gönderirdik. Bu şart cümleciği şart mânâsı ile, şöyle istisnaî bir kıyas
teşkil ediyor: Fakat göndermedik, demek ki öyle dilemedik, yalnız seni gönderdik. Sûrenin baş kısmında açıkça ilan edildiği üzere bütün âlemlere korkutucu kıldık.
52- O halde kâfirlere itaat etme de bu Furkan ile onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad yap. Her köyde bir peygamber gönderildiği takdirde, o peygamberlerin hepsinin yapacağı cihada denk bir cihad, elbette büyük bir cihaddır. Bu sûre Mekkî olduğu için, daha öldürme emri verilmeden önce olan bu büyük cihad emri, her cihadın başı olan bir cihaddır. Düşünmeli ki, bu ne büyük bir emirdir. Bun u nla emrolunan Peygamberin elinde Kur'ân'dan başka bir silah yok iken, o Allah kelâmı (Kur'ân) mucizesi, o büyük cihadı yapmaya yeterli geliyor ve Mekke'den başlayan bu cihad, bütün cihana yayılıyor. Bu emri takîben şu âyet ne büyük bir güvencedir:
5 3- O ki, iki denizi birbirine salıvermiştir, şu tatlıdır, hararet söndürür. Nil ve Fırat gibi ki iman sahibi olanlar da böyledir. Şu tuzludur, acıdır. Şab ve Umân gibi, kâfirler de böyledir. Aralarına da bir berzah koymuştur. Berzah, iki şe y arasındaki bir engel, iki deniz arasındaki dildir. Ve bir hıcr-i mehcur, aşılmaz bir serhat, yani bir nefret ve zıddiyet, bir sınırlı hat çizmiştir ki, birbirlerine karışmaları mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmaları mümkün değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmayarak evrende yer almış olmaları yalnız ve yalnız yüce Allah'ın koyduğu himayenin eseridir.
54- Buradan, Allah'ın özellikle insanın yaratılışı üzerinde ortaya çıkan kudret delillerine geçilerek buyuruluyor ki, O ki, sudan bir insan yarattı -yalnız mâ-i dâfik (fırlayan su) mâi mehin (hakîr su) denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken genel olarak hayatın kaynağı olan ve gökten indirildiği bildirilen "Biz, her canlıyı sudan yarattı k" (Enbiya, 21/30) buyurulan sudan da onu neseb ve sıhriyyet bağı yaptı. Yani soy sop olmak üzere iki cinse ayırdı: Erkek ve dişi. Bu suretle insanlara bir özellik verdi.
Burada gelişme kanununun değişik safhaları fevkalâde güzel bir şekilde konularak arz ettiği ilâhî deliller ne güzel gösterilmiştir:
BİRİNCİSİ: Bütün cisimler âlemini temsil eden bir gölge.
İKİNCİSİ: Buna verilen hareket ve durgunluktan meydana getirilen manzaralar ve değişiklikler.
ÜÇÜNCÜSÜ: Bu esnada bir su indirilmesinden meydana getirilen hayat.
DÖRDÜNCÜSÜ: Aynı yer üzerinde o hayatın değişik şekilleri.
BEŞİNCİSİ: Ondan özellikle bir çeşidinin (insanın) yaratılışı.
ALTINCISI: İnsanların cinslere ayrılması ki, bütün bunlar evrenin yaratıldığı altı gün gibi gelişme derecelerinin en büyük sınırlarıdır. Ve her birinden yüce yaratıcının kudreti daha fazla bir yücelik ile ortaya çıkmıştır. Rabbinin her şeye gücü yeter.
55-Ne gariptir ki, zamanımızda birçok kimseler gelişmenin bu basamaklarını görüyorlar da, bundan yaratıcının kudret ve yüceliğini anlayacak yerde inkâr etmeye bir sebep olarak görmek istiyorlar, bir kurbağanın maymun olduğunu ve maymundan bir insan doğduğunu sanmakla, yaratan Allah'a gerek kalmazmış gibi ilim namına hakikati yalan l ıyorlar. Şu âyet onlar hakkında tamamen okunur: Böyle iken (o inkârcılar) Allah'ı bırakıyorlar da kendilerine ne fayda, ne de zarar veremeyecek şeylere tapıyorlar. İnkârcı kimse Rabbine karşı uğraşıp durmaktadır. Gönderdiği peygambere, boyun e ğmediği gibi düşmanlık için çalışıyor. Bu âyet Ebu Cehil hakkında indirilmiştir. Ve onun gibilerin durumlarını ifade etmektedir.
56- Halbuki biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Yalnız uyarmak için değil, ondan önce müjdelemek için, kulluk edenlere yüce Allah'ın rahmetini müjdelemek, Rahmân ve Rahim olduğunu anlatmak için gönderdik. Burdan anlaşılıyor ki, sûrenin başından beri yalnız sakındırmadan bahsedilmesi, müjdeyi dinlemedikleri içindir. Ne büyük cehalet! Ne korkunç âkibet!
57- De ki: Ben buna karşı yani peygamberliğin ilanı işinden dolayı sizden başka bir karşılık istemiyorum. Ancak Rabbına bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmayı) istiyorum. Yani davet ettiğim iman ve kullukla Allah'a yakınlık ve erginliği dilek e d inmiş kimseler, böyle ashab ve ümmet istiyorum.
58- Ve (sen) o ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan; onların kötülüklerinden kurtulmak, verecekleri karşılıklardan gönlü tok olmak için, yalnız o ölmez diriye dayan, ölümden kurtulamayacak olan fâniler yıkılır, dayananları kaybolur gider. Ve O'nu hamdiyle tesbih et. Nimetlerine şükür için her türlü yüce sıfatlarıyla saygı göstererek, noksan sıfatlardan uzak olduğunu kabul et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter! Hiç kim s e bilmese de, onun bilmesi yeterlidir. Hiç bir haberciye ihtiyaç duymaksızın açığı ve gizliyi bilen, O herşeyden haberdar olan Allah cezalarını verir. Başka hiçbir ceza vermeyecek olsa bile, yalnız bilmesi bir ceza olarak yeterlidir.
Başlangıcı olmamak ve ilim gibi zatî sıfatlarında yüceliğini açıkladıktan sonra, fiilî sıfatarındaki yüceliği ve olgunluğu açıklamak için de, ikinci bir sıfat olarak şöyle buyuruluyor:
59- O (ölmez ve ebedî diri) ki, gökleri ve yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı. Altı gün, evrenin yaratılışının, geliştirilip büyütme kanunu gereğince en genel sınıflandırmasındaki gelişme anlarına işarettir. (A'râf, 7/54; Fussılet, 41/9-12. âyetlerin tefsirine bkz.) Yani ilâhî zatı her türlü noksanlardan uzak ve yüce sıfatlarla muttasıf olduğu gibi, fiili de o kadar noksandan uzak ve yüceliklerle doludur ki, yoğu yaratır ve bütün gökleri ve yeri yaratmıştır. Yaratmak, bir anda dilemek ve meydana getirmek, "ol" demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hep s ini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, eksiklikten yüceliğe ve olgunluğa doğru bir devamlı gelişme ile olgunlaştıra olgunlaştıra, her bir dönemi gelişme ve olgunlaşma olan altı günde yarattı ki, altıncısı insanın yaratıldığı Cuma, yani toplanma günüdür. Âdem (a.s)in yaratılması ve isimlerin öğretilmesi ile hilafet tahtı kuruldu. Sonra Arş üzerine hakim oldu, hükmünü ve saltanatını sürdürmeye devam ediyor (A'râf, 7/54. âyetin tefsirine bkz.) Rahmân'dır O. Bütün yaratıklar, rahm e tinden yararlanıyor (Fâtiha Sûresi'nde Rahmân'ın tefsirine bkz.). İşte ne dileyeceksen o Habîr'den dile veya bu konuda bu yaratma işinde daha fazla açıklama istiyorsan başkasından değil, her şeyi bilen o Habîr'den sor. Çünkü başkası bilmez.
60- O Rahmân'a secde edin denildiği vakit de onlara, o kâfirlere: "Rahmân nedir?" -Rahmân nedir sorusu, bu ismin anlamını, kime isim olarak verildiğini, niçin verildiğini sormak olabileceği gibi, inkâr için de olabilir. Şüphe yok ki, Araplar Rahmân kel i mesinin mânâsını anlamaz değildir. O halde ya Allah'ın ismi olduğunu bilmiyorlardı veya Allah'ı inkâr ediyorlardı; daha doğrusu Allah'ın rahmet sıfatını inkâr ediyorlardı. Bu ismin ifade ettiği rahmet ve merhamet sıfatını bilmiyorlardı. Onun için- Se n bize emrediyorsun diye secde mi edeceğiz?" dediler. Yani bilmediğimiz bir şeye yalnız senin emrinle secde eder miyiz? dediler. Ve bu emir onların daha fazla nefretlerini (vahşetlerini) artırdı. Dahhak'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.v) Eb u Bekir, Ömer, Osman, Ali, Osman b. Maz'un, Amr b. Uneyse secde ettiler. Müşrikler bunların secde ettiklerini görünce alay ederek mescidin öbür tarafına doğru uzaklaşıp gittiler.
Buna karşı O Rahmân'ı, yer ve zamanda açıkça görülen rahmet ve bereketin in
büyüklüğü ve yüksekliği ile yüceltme ve Rahmân'ın müjdeye layık kullarını tarif için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
61- Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir.
62- İbret almak veya şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur.
63- O çok merhametli Allah'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) "selam" derler (geçerler).
64- Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek yatarlar.
65- Onlar ki, şöyle derler: Cehennem azabını üzerimizden sav! Doğrusu onun azabı geçici bir şey değildir.
66- Orası cidden ne kötü bir uğrak, ne kötü bir konaktır.
67- Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.
68- Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahı(nın cezasını) bulur.
69- Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır.
70- Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışlarda bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
71- Ve her kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.
72- Ve onlar ki, yalan şahitlik etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman vakar ile (oradan) geçip giderler.
73- Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.
74- Ve onlar ki: "Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl" derler.
75- İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamları ile mükafatlandırılacaklar, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır.
76- Orada ebedî kalacaklar, orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır.
77- (Resulüm!) De ki: "Rabbim size ne kıymet verir duanız olmasa? (Ey inkârcılar! Size bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; o halde azab yakanızı bırakmayacaktır!
61- Burçlar. BURÇ: Aslında yüksek köşk demektir. Gökyüzünde her yıldız topluluğuna, yani özellikle bir arada bulunan yıldız takımlarından herbirine burç veya suret ismi verilmiş ve kelimenin bilinen gerçek mânâsı bu olmuştur. Yeryüzü haritasında şehirler ve şehir haritasında yüksek ve büyük binalar nasılsa, gökyüzü haritasında da burçlar öyle gibidir. Bize gökyüzündeki yıldızların birer topluluk halinde yer aldıklarını gösterir. Aslında bunların gerçek durumlarını buradan ölçüp kararlaştıramayız, fakat en azından görünüşleri ile aydınlanabiliyoruz ve bu şekilde gerçeklikleri ve adetleri tam bilgimiz al t ında olmadığından dolayı nekre (belirsiz) olarak buyurulmuştur. Yıldızların iyice anlaşılması için, burç taksimatı pek eski zamandan beri görüş olarak benimsenmiş, hatta İdris (a.s)e kadar götürülmüştür. Batlamyus yirmi biri kuzeyde, on beşi güneyde, on i k isi ortada, muaddilü'n-nehar denilen bir ucu "Koç" burcunun başında, öteki ucu "Başak" burcunun sonunda olan bir çizginin etrafında, güneşin bir sene içerisinde döndüğü görülen yörüngesinin bulunduğu noktada olmak üzere toplam kırk sekiz burç saymıştır. B u kırk sekiz burç, bin yirmi dokuz yıldızdan ibaret olup üç yüz altmış bir tanesi kuzey burçlarında, üç yüz on sekizi güney burçlarında, üç yüz ellisi de, mıntakatü'l-bürûc denilen orta
bölgededir. Bu mıntaka-i bürûc üzerindeki on iki burç, bir sene zarfında adeta güneşin birbirini takiben uğradığı evler gibi kabul edilir.
Hamel ü Sevr ile Cevza'da olur fasl-ı bahar
Seretan ü Esed ü Sünbüle'dir yazda karar
Tuttu güz faslını Mizan ile Akreb dahi Kavs,
Cediv ü Delv ve Hût oldu zemistane medar.
"Koç ve Boğa ile İkiz burcunda ilkbahar,
Yengeç ve Aslan ile Başakta'dır yaz günleri.
Terazi ve Akreb ile Yay burcunda sonbahar
Oğlak ve Kova ile Balıkta'dır kış günleri"
Amerika kıtasının bulunmasıyla burçların sayısı yüz on yediye çıkarılmış olmakla beraber, on iki burç yine aynıdır. Bununla beraber, bu on iki burç görünüşe göredir. Fezayı kesmiş gibi kabul edilen altı dairenin ikiye bölünmesi ile elde edilen on iki bölümden biri demektir. Yani birer yıldız topluluğu değil, böyle olduğu kabul edilen birer bölümdür. Burç bu mânâda kabul edilecek olursa, bu on ikiyle sınırlanmış olur. Astronomi kitaplarında burç, bu on iki hakkında kullanılmış, diğerlerine burç denilmeyip suret ismi verilmiştir. Bundan dolayı, müfessirlerin ç oğu gezegenlerin yörüngeleri gibi kabul edilen bu oniki burcu söylemişlerdir. Fakat sözlük yönünden âyette bu mânâya delil yoktur. Âyetin açık mânâsı yaratılan burucun var sayılan şeyler değil, güneş ve ay gibi gerçek olmasıdır.
"Orada yarattı" Buradaki zamirinin yine gökyüzüne ait olması ihtimali var ise de buruca ait olması daha yakındır. "Bir kandil." SİRAC, ışık veren şey, kandil, lamba ki, kasdedilen Güneş'tir. Bazı kırâetlerde ve 'nin ötresi ile çoğul olarak okunmuştur. Bu kandille r ise güneşten başka büyük yıldızları da içine alır. "Bir de nurlu bir ay yarattı."
KAMER-İ MÜNÎR: Parlak Ay, aydın aydır. Üç güne kadar hilâl, ondan sonraya Kamer ismi verilir.
MÜNÎR: Nurlu ve nurlandıran, demektir. Görülüyor ki, yüce Rahmân'ın rahmetinin feyiz ve bereketi gösterilirken gökyüzünün burçları ile tasvir edilmiş ve içine bir ışık kaynağı (güneş) ve bir de parlayan ay konulmuştur. Gayet sade görünen ve fakat bütün âlemin manzarasını içinde bulunduran bu parlak ifade de çok derin g e rçekler parlamaktadır.
Burçların bize karşı görüntüleri ne kadar nisbî olursa olsun gerçekte gök cisimlerinin takım takım çeşitli şekillerde bir arada topluluklar meydana getirdiklerini gösterir. Ve bu şekilde sınırına ulaşılmaz bir kudretin yaratışındaki büyüklüğü anlatır. Eğer bu gök cisimlerinin maddeleri fezada birbirinden ayrılmayıp da hepsi sadece tabii bir tarzda bırakılmış, hepsi bir hacimde toplanmış olsaydı ne bu cisimler ve burçlar olur, ne de bu feyiz ve bereket bulunurdu. Bu sebepten, bu m addelerin küçük parçaları olan atomları arasındaki uyum ve denge hiç değiştirilmemiş olsaydı, kendi haline bırakılsaydı yine bu yıldızlar ve burçlar bulunmaz ve bu feyiz ve rahmet olmazdı. Sonra bütün maddeler aynı miktarda ayrılmış ve birleştirilmiş, hep s i eşit yoğunluklara ayrılmış olsaydı, böyle çeşitli burçlar meydana gelmez ve bu sirac (güneş) ve ay meydana çıkmazdı. Demek ki, gökyüzündeki burçların o değişik görüntüleri her şeyden önce, yaratılışlar üzerinde hakim olan yüce yaratıcının, yaratıcılığın a bir delildir. İkinci olarak yüksek köşkler, kandillerle gökyüzünün tamamında, yüksek ve büyük bir şehrin, bir medeniyetin gönüle taht kuran manzarası ifade edilmiş ve böyle yüksek ve sosyal bir görüntüye yükselmek hissi aşılanmıştır.
62-Onun için buyuru luyor ki; gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur. Yani birinde yapılamayanı diğerinde yapılmak için yerine koyan, yahut birbirini takip ettirerek değiştirip duran. ibret almak veya şükretmek isteyen için. Yani aklını başına alıp eksiğini ta m amlamak, ilmî veya amelî bir iş görmek isteyen kimseler için, çünkü düşünmeye ve vazife görmeye niyyeti olmayan tembel kimseler için zamanın değişmesinde hiçbir mânâ yoktur. Onlar zamanı öldürmeye çalışırlar.
TEZEKKÜR: Bu rahmet eserlerini ve sanat de lillerini düşünerek kendi noksanını ve yüce yaratıcısını kuvvet ve kudretini anlamak
ŞÜKÜR: O Rahmân'a kulluk görevini yerine getirmek. Şimdi bunu açıklamak için yeniden söze başlama (istinaf) vav'ı ile buyuruluyor ki:
63- Ve o Rahmân'ın kulları, yani zikir ve şükrünü bilerek yalnız o Rahmân'a kulluk eden o mutlu kimseler. Bu mübtedâ'nın haberi ta sûrenin sonuna doğru gelecek olan "O kimseler yüksek makamlarla mükafatlanırlar. " (25/5) âyetidir. Bununla beraber şu da olabilir: Onlar ki yeryüzünde tevazu ile yürürler. Burada Rahmân'ın kullarının herbiri bir zümreyi andıran sekiz sıfatla nitelenerek İslâm ahlâkının, medeniyetinin, düşüncesinin ve idealinin bir özeti yapılmıştır, şöyle ki:
1- Genellikle gidişatlarını gösteriyor, yani Rahmân'ın kulları, öyle kimselerdir
ki, önce gidişleri, yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket tarzları mülayimdir. Zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil; sukünet ve vakar ile alçak gönüllü bir şekilde terbiyeli, nazik ve yumuşak yürürler. Etraflarını sıkıntılandırmaz, eza vermez, sendeler gibi gitmez, hesaplı, saygılı, merhamet tavrıyla güven ve huzur yayarak giderler. Cahiller, yani kendini bilmezler, edebsiz güruh laf attığı zamanda kendilerine "selam" derler. Selametle neticelenecek söz söyler, yahut selametle derler. Onlara çatmaya tenezzül etmezler, tahammül de ederler.
64-2- Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler. Yani gece evlerine, yataklarına çekildikleri zaman gidişatları bu olur. Rablerine halisane namaz kılarlar. Yatışları, kalkışları da hep Allah için olur.
65-3- Ve onlar ki gerek namazlarının arkasında ve gerek diğer zamanlarda şöyle dua ederler: Ey Rabbimiz! Bizlerden cehehnem azabını defet. Yani cehennem azabından kurtulmak, ilk emelleridir. İbadet ve gayretlerine güvenmeyerek daima kurtuluşlarına duâ ederler. Çünkü onun azabı geçici bir şey değildir. Bu alacaklı gibi enseye binmiş kaçınılmaz bir beladır.
66- Gerçekte o (cehennem) ne kötü bir uğrak ve ne kötü konaktır!
MÜSTEKARR, makarr; MÜKÂM, ikametgah demektir. İkisi de durulan yer demek olduğuna göre birbirinden ayırmak zordur. Müstekarr, âsilere; mükam, kâfirlere göre denilmiş ise de bu mânâ cennette cereyan etmeyeceğinden müstekarrı, oturma yeri içindeki özel yer olarak düşünmek daha uygundur. Mesela, bir köy oturma yeri ise, müstekarr ondaki bir oda gibidir. İçi dışı bütün çevresi fena demek olur.
67-4- Ve onlar ki harcadıklarında israf etmezler.
İSRAF: Hergangi bir şeyde haddini aşmaktır. İnfakta israf da, harcamada haddini aşırmaktır. Masraf ya bir zaruret veya bir ihtiyaç veya bir güzellik için yapılır. Zaruri olan masraf yapılmayınca yaşamak mümkün olmaz; mesela ölmeyecek kadar yemek bir zarurettir. İhtiyaç duyulan masraf yapılmazsa güç l ük çekilir; mesela doyacak kadar yemek, ihtiyaçtır. Güzelleştirme için yapılacak masraf yapılmazsa, güzel olmaz; hoş yemek gibi. Ferdin ve toplumun kendi kazancına göre bu derecelerden bir sınırı vardır. Şu halde ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne de güzellik i ç in olmayan, faydasız, zararlı, meşru olmayan yönlere
yapılan harcama herkes için bir israf olduğu gibi, insanların ihtiyacı karşısında fazla yiyip içmek de güzel değil, israf sınırına girmiş olur. İyilik ve yarar sağlayan şeylere harcamak ise boşa harcamak değil, üretmek olacağından israf olmaz. Rahmân'ın kulları faydasız, hayırsız yere sarfetmezler. Hakkını da kısmazlar ikisi arası denk olur. İşte iktisat denilen de budur. İstiva (denk olma)dan seva (eşit) olduğu gibi, istikamet (doğru hareket)den kavam (kıvam) iki ucun denk gelmesidir ki muvazene (denge) dahi deriz (Bakara, 2/236 ve İsra, 17/100. âyetlerin tefsirine bkz.)
68-71-5- Ve onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Şirk, katil, zina büyük günahların en büyüğü olan bu üç büyük günah din, medeniyet ve insanlık namına işlenip duran cinayetlerden olduğu için, burada özellikle bunlardan sakınmak zikredilmiştir. Allah'ın haram ettiği, muhterem kıldığı canı (almazlar); Allah için söz verilmiş olan herhangi bir nefsi ki eman dileyip sığınan kimse dahi buna dahildir. Bundan dolayı hiçbir andlaşması bulunmayan savaş halindekilerden başkasının kanının akıtılması yasaktır. Hakk ile olan başka, kısas ve hadd gibi. Günahın cezası vebal (azab)dır. Hafs kırâetinde bu zamirin kural dışı olarak uzatılması, cezanın ebediliğine işaret ederek mânâ yönüne uygun düşmesi için olsa gerektir. Bu zamirin azabı işareti, cehennem ateşinin ebedî oluşundadır, azabda değildir, diyenlerin görüşlerinin tersine bir delil olmaktadır.
72- 6- Ve onlar ki, yalana şahid olmazlar. Yalan yere şahitlik etmedikleri gibi, yalan söylenen ve yalan dolan dönen yerlerde de durmazlar. "Boş söze rastladıkları zaman" .
LAĞIV, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler demektir ki, dilimizde lağviyyat (boş söz ve işler) diye anılır. Bazıları, taat (kulluk) olmayan şeyler diye tefsir etmişlerdir, fakat mubah olan şeyler taat olmamakla birlikte lağıv (boş şeyler) de değildir. Yani lağv i yyata girmezler, fakat yolları düşer, rastgelirlerse vakar ile onurlu bir şekilde (oradan) geçer giderler.Bunun tefsiri, Kasas Sûresi'ndeki "Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve 'Bizim işlerimiz bize sizin işleriniz size. Size s e lam olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz' derler" (Kasas, 28/55) âyetidir.
73-7- Ve onlar ki, Rablerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığında; yani kendilerine ihtar edildiği, vaaz ve nasihat olunduğu,
ders verildiği zamanlar, o âyetlere karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar, yani dinlememezlik etmezler, üzerine üşüşürler, fakat görür göz, dinler kulak olarak üşüşürler.
74-8- Ve onlar ki, Ey Rabbimiz! gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler ihsan et -burada harfi beyaniyye (açıklama) veya ibtidâiyye (başlangıç) için olmasına göre iki mânâ caizdir. Birisi, bizlere gözlerimizi aydınlatacak eşler ve zürriyetler ver demek; diğeri de, eşlerimiz ve zürriyetlerimiz sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nimet l er, mutluluklar ver, demektir. Bu dilek, aile ve evlad terbiyesine verilen önemi gösterir- ve bizi takva sahiplerine önder kıl, derler Takva sahipleri Allah'ın korumasıyla, cehennem azabından korunan mutlu kimselerdir.
İMAM: Başkan, öncü, kendisine uyulan kimse demektir. Yalnız muttaki olmak değil, müttakilerin önderi olmak arzusu ne büyük gaye, ne kutsal bir düşünce ve idealdir. Düşünmeli ki, Rahmân'ın kullarının ruhlarındaki büyüklüğü gösteren bu duanın içinde bulundurduğu mânâ ne yüksek, ne topl a yıcıdır! Bundan yüksek bir fikrî ilerleme, yüce gayret düşünülemez.
75-76- İşte bunlar yaptıkları sabırlarına karşılık gurfe (yüce makamlar) ile mükafatlandırılacaklardır. "Onlar cennet odalarında huzur içindedirler" (Sebe' 34/37) olacaklar, yani en yüksek dereceye, cennet köşklerinin en yükseklerine çıkarılacaklar.
GURFE: Aslında yüksek bina ve konakların terası, kulesi gibi en yüksek noktası demek olup burada gökyüzünün burçlarına uygun olarak bir yükseklik ifade etmektedir. Bu sebeple olmalıdır ki, yedinci gök diye de tefsir edilmiştir. İşte onlar öyle yükselecekler, ve orada bir sağlık ve selam ile karşılanacaklar.
TAHIYYE: Sağ olasınız, Allah sağlık versin, Allah ömürler versin gibi hayat duası; selam da, selamet duasıdır.
"Her türlü saygı, salat ve iyilikler Allah'a mahsustur. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun ey Peygamber! Selamet bizim ve iyi kulların üzerine olsun. Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed, Allah'ın kulu ve resulüdür."
77- De ki: "Rabbim ne kıymet
verir size duanız olmasa? Yani "Ben cinleri ve insanları, anca bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere, yaratılışınızın hikmeti ibadet ve kulluktur. Onun için ibadetiniz ve kulluğunuz olmasa Allah katında ne kıymet ve öneminiz olurdu? Duanız olmadığı takdirde (kesin kes) yalan saymışsınız, Rabbinize inanmamışsınız demektir. O halde o yalanlamanın cezası, gerekli bir sonuç olur, yarın boynunuza geçer.










Windows 7 Installation Guide




target="_blank" style="font-family: Geneva, Arial, Helvetica, sans-serif;
font-size: 14px; color: #4F4F4F; text-decoration: underline;">Web Counter